Türkiye Hükümeti’nin 2016 darbe girişimine tepkisi herkesçe biliniyor. Ulusal güvenlik adına, basını, akademisyenleri, kurumların bağımsızlığını, insan hakları savunucularını ve siyasal muhaliflerini ortadan kaldırmaya dönük kararlı bir mücadele sürdürüyor.
Recep Tayyip Erdoğan’ı eleştirenlere göre tanıklık ettiğimiz durum, pek de gizleme gereği duyulmayan yeni bir sultanlık kurma teşebbüsü. Alınan önlemlerin hızı ve büyüklüğü baş döndürücü. Tüm medya Erdoğan’ın Nisan referandumuna odaklanmışken de, ülkenin güneydoğusundaki Kürt bölgelerinde yaşanan gerginlikler ve ağır ihlalleri gözden kaçırmak ya da örtbas etmek oldukça kolay.
Bölgede mevcut düzene bir kez daha askeriye ve güvenlik yönetimi damgasını vuruyor. Bu da Kürt nüfusunu, sağlık çalışanlarının bile “terör örgütü üyelerine” tedavi hizmeti sundukları gerekçesiyle “terör örgütü üyesi” olmak ile suçlandıkları bir “düşman” haline getiriyor.
Dr. Serdar Küni de bu durumdaki bir sağlık çalışanı. Yerel halkın saygı gören bir üyesi ve Şırnak Tabip Odası’nın eski başkanı olarak Dr. Küni’nin görevi, ayrım gözetmeksizin herkese ücretsiz ve uygun sağlık hizmeti sunmaktı. İnsan hakları ihlalleri ve işkence ile kötü muameleye maruz kalanlara da tedavi hizmeti sunuyor, ayrıca bu alanda bilinirliği olan Türkiye İnsan Hakları Vakfı’nın (TİHV) da yerel temsilciliği görevini sürdürüyordu.
Suçu mu? Türk Silahlı Kuvvetleri’nin 2015 yazı itibariyle Cizre’de düzenlediği askeri operasyon sırasında, o en zor koşullar altında mesleğini yapmayı sürdürmesi.
Dr. Küni Ekim 2016’da tutuklandı ve beş aydır cezaevinde tutuluyor. 13 Mart’taki duruşması, geniş bir kesim tarafından yargının bağımsızlığı ve sağlık çalışanlarının görevlerine gösterilen saygı bakımlarından emsal bir dava olarak görülüyordu. Türkiye’nin birçok yerinden onlarca sağlık çalışanı, avukat ve insan hakları savunucusu duruşmaya katıldı. Aynı şekilde, Almanya, Norveç, İsveç, İngiltere ve Amerika’dan gelen uluslararası gözlemciler de birkaç askeri kontrol noktası ve yıkımın gözle görünür kalıntıları arasından geçerek Şırnak Ağır Ceza Mahkemesine ulaştı.
Duruşma sırasında olanlar da aynı oranda görünür ve rahatsız ediciydi. Savcılığın iddianamesi, ifadelerinde Dr. Serdar Küni’nin adı geçen dört tanığa dayanıyor. Duruşmada, bu tanıklar birbiri ardına söz alarak kendilerine ifade imzalatmak için işkence edildiğini, sanığın PKK’lileri tedavi ettiği ve onları yetkililerden gizlediği yönündeki ifadeleri bu şekilde imzaladıklarını anlattılar.
Görünen o ki, Dr. Serdar Küni tüm niyet ve amaçlar doğrultusunda uydurulmuş bir davanın parçası. Mahkeme heyeti de savcı da işkence iddiaları karşısında pek endişe duymuş gibi görünmedi, hatta tanıklara güç bela birkaç soru yöneltti. Duruşma sonunda ise dava dosyası tamamen dağıldı.
“Bir kişi sağlık hizmeti sunduğu için neden yargılanır ki?” ana sorusunu baştan bir kenara bıraktığımızda bile, Dr. Küni’nin “terör örgütü üyelerini” tedavi ettiğine dair dosyada tek bir kanıt yoktu.
Tüm duruşma süresince sessiz bir şekilde oturan savcı, nihayetinde monoton bir ses tonu ile şüphelerin sürdüğü ve daha fazla zamana ihtiyacı olduğunu belirterek davanın ertelenmesini talep etti. Mahkeme heyeti kararını tebliğ ederken ise yalnız tek bir sonuç olmalıydı: Beraat. Oysa ki, mahkeme heyeti savcının yolunu izledi ve Dr. Küni’nin kaçma şüphesine binaen tutukluluğunun devamına hükmetti.
Toplum içerisinde tanınan, yer edinmiş, ailesiyle yaşayan ve yanlış hiçbir şey yapmadığını savunan bir insanın neden kaçmaya karar vereceğine dair oldukça açık olan soru, yanıtsız bir biçimde ortada kaldı.
Dr. Küni’nin kızlarının da aralarında bulunduğu izleyici kalabalığı donakaldı ve öfke ile karışık bir inanamama hali içerisinde tepki gösterdi. Tanık olduğumuz şey, yargı kararının duruşma boyunca ortaya çıkan durumdan tamamen ayrı düştüğü, adaletin gülünç bir parodisiydi. Bir sonraki duruşma 24 Nisan’a ertelendiğine göre dava henüz bitmedi, ancak yine de endişe verici bir teamül oluştu.
Savcı ve yargıçlar oldukça genç ve deneyimsiz göründüğü gibi, büyük ölçüde yargı sistemi içerisindeki ihraçlar sonrası göreve gelen yeni neslin parçasıydılar. Mantık yürütme biçimleri ve tutumları da kendilerini devletin bir parçası olarak gördükleri yönünde kuvvetli bir hissiyat uyandırıyordu. Hukuk bu denklemde, devlet gücünün güvenlik cephaneliğindeki bir silah işlevi görmüştü. Kaldı ki, bu bağlam içerisinde işkence iddiaları dahi doğal karşılanıyor gibiydi.
Yargıç kürsüsünün arkasındaki duvar “Adalet mülkün temelidir” sloganı ile süslenmişti. Yani bunu tersten okursak, vatandaşlarının huzur içerisinde, yargı sisteminin haklarını koruduğuna güvenerek yaşayabildiği devletin temeli adaletsizlik değildi. Bunun, uzun vadede nelere yola açacağını tasavvur etmek büyük bir hayal gücü gerektirmiyor. Baskıcı bir devlet ile haklar ve adalete olan saygı yoksunluğu, Kürtlerin yaşadığı bölgelerde Türkiye devletine karşı köklü bir muhalefetin zorunluluğunu da gelecek nesiller boyunca garanti altına alıyor.
Türkiye, Nisan referandumu ile otoriterliğin daha da sağlamlaşmasının eşiğinde dururken, sivil toplum ve Kürtler gibi gruplar barış, demokrasi ve adalet için ciddi bir mücadele ile karşı karşıya.
Böylesi durumlarda dışarıdan kişilerin yapabileceklerinin sınırları olabilir. Dr. Küni ve onun gibi hakları ihlal edilen diğer pek çok kişi ile dayanışmamızı göstermemiz ve devletler düzeyinde de bu meselelere dair Türkiye ile daha yakından ve kuvvetli bir uğraşı yürütülmesi ise, bu mücadelenin merkezinde olanların bizlerden bekleyebileceklerinin en asgarisidir. (LO/AS)
* Makale, 25 Mart 2017’de Open Democracy’de yayınlandı ve yazarın izniyle Türkçe’ye çevrildi.