*Görsel betimleme: Fotoğrafta, Abdullah Aren Çelik'in "Yediler Teknesi" adlı kitabının kapak görseli ön planda yer alıyor. Kitabın kapağında kemikten yapılmış bir müzik aleti çizimi bulunuyor. Arka planda, deniz kenarında bir sahil ve deniz manzarası görünüyor.
Yazarın kendi kitabını anlattığında zorlanması, o eserin çok katmanlı yönüne işarettir. Yazar Abdullah Aren Çelik de kendi kitabını anlatırken zorlananlardan biri. Yediler Teknesi’nin bu katmanlı yapısı, bu eser üzerine yazmayı da zorlaştırmaktadır.
Kitabı okurken aldığım notları ve altını çizdiğim satırları toplayıp eseri kısaca değerlendirmek benim için kolay olmadı. Romanın sürprizini bozmadan eleştiriyi derinleştirmek de haliyle zor. Buna rağmen kayıp, savaş, aşk, vicdan, çatışma, ölüm, pişmanlık gibi temaların zenginliği bir nebze de olsa kalem oynatmayı kolaylaştırmaktadır.
Kitap hemen başında sert bir girişle okuru sarsıyor ve hiç uzatmadan okuru kurgunun içine itiyor. Okuru gereksiz süslü betimlemelerden kurtarıp bambaşka bir dünyaya götürüyor. O dünya, gerçeküstü unsurlarla bezenmiş ve ‘’kule’’ denilen iktidar aygıtının gözetimindeki insanların yasaklarla yaşamaya çalıştığı bir dünya. George Orwel’in Hayvanlar Çiftliği’ndeki kurt karakteri bu romanda kule olarak tasarlanmış. Yine aynı yazarın 1984 romanındaki ‘’büyük birader’’ simgesel olarak burada karşımıza kule olarak çıkmaktadır. Kule denilen yasakların koruyucusu, kurmaca boyunca tepemizde anonslarıyla kendini göstermektedir.
İçine alındığımız dünya, kurmacanın gerçekliği karşısında bizleri şaşırtıyor. Çünkü emek sarf edilmiş, defalarca okunup tasarlanmış modern bir romanla karşı karşıya olduğumuz gerçeği biz okurları da esere daha dikkatli bakmamızı sağlıyor. Eserde bir defa bile Kürt sözcüğü geçmediği halde Yediler Teknesi, modern bir Kürt romanı olarak kalıcılığını koruyacaktır. Eserde konumlanan metaforlar, savaş ve kayıp gibi temalar, karakter isimleri kadar vurucu cümleleri, eserin derinlemesine cümle cümle işlendiği gerçeğini ortaya çıkarmaktadır. Mehmet Uzun ile görülmeye başlanan modern Kürt edebiyatı günümüzde buna benzer eserlerle adeta görülmezlik zırhını delmiştir.
Yediler Teknesi tam da burada trajedilerin kurmacayla ulaştığı üst noktaya denk gelmektedir. Adnan Gerger’in Tavhane Çocukları ve Murathan Mungan’ın ‘’995 km‘’ adıyla romanlaştırdığı Kürd’üngüncel trajedilerine benzer bir örnek olarak Yediler Teknesirenk vermeden aynı konularda kalem oynatmaktadır. Yakın zamanda yazılan bu tür eserler, benzer içeriklerle aynayı Kürd’ün iç acılarına tutmaktadır. Bu eserlerin ortak özelliklerinden bir tanesi de dönem romanı sorumluluklarını yerine getirme görevidir. Farklı pencerelerden farklı dünyalara seslenen bu romanlar, gelecekte bu günleri anlamak için dönüp tekrar tekrar okunacak dönem romanları olarak kalacaklardır.
Bir itirazın edebi yansıması
Yediler Teknesi, bağırmadan çağırmadan derinden akan bir nehir gibi içten içe itirazını aktarırken yazarın hayal gücüne ve kurmacanın ustaca örülüşüne şaşırıyoruz. Şaşkınlığımızı atlatamadan kayıplar temasına dalıyor ve günahkar olduğunu anladığımız bir karakterin peşinden günahlarını öğrenmek amacıyla sürükleniyoruz. Ne yazık ki topraklarımız; sahipsiz mezarlığa dönmüş, Cumartesi Anneleri gerçeği otuz yılını devirmiş dururken kayıplar konusu bizde halen kanayan bir yarayken karakteri daha dikkatli izlemeye koyuluyoruz.
Yazar bizi bölüm bölüm farklı yerlerde farklı yaralarda gezdirirken bizler de her girdiğimiz evde yaşanan kaybın acısıyla yüzleşmekteyiz. Yazar, burada klişelerin dışına çıkarak mağdurun kadar failin de gözünden bizlere empatik bir dünya çizmekte ve yaşananların ruhsal çıkmazlarını bizlere göstermektedir. Öykülere öyle dalıyoruz ki kule tarafından inşa edilen hapishaneden çıkmak istercesine arada durup eseri hazmetmek için nefes almamız gerekiyor. Öyle ki roman bittiğinde ayağa kalkıp uzunca koşmanın ve bağırmanın bir özgürlük olduğu hissine kapılarak neredeyse seviniyoruz. Yarım asrı bulan büyük itirazın ve karşı koyuşun getirdiği sonuçları gerçekçi bir anlatımla aktarıyor. Dili ajite etmeden, mağduru oynamadan ve bol acılı duygu sömürüsü tuzağına düşmeden modern tarzını bozmadan ilerliyor. Eserin şifrelerini açmayı örneğin: Kaymaz, 13, Esat, kuyu ve kulenin anonslarının denk geldiği anlamları okura bırakırsak bile baştan sonra bir sistem deşifresine dönen eseri bir itirazın edebi yansıması olarak görmemiz gerekiyor.
Her karakterde belirginleşen başka bir boşlukla fotoğrafın tamamına baktığımızda içinde olduğumuz çağın özeti çıkarılabilir. Yazar, Alevilerden Yezidiler’e uzanan bir alanda öyküleri ustaca birleştirirken bizleri evrensel değerlerin yüceliğine taşımayı da ihmal etmiyor. Yediler Teknesi romanı, hassasiyetlerimizi kanata kanata sunduğu haberlerin arkasındaki çıplak gerçeklere karşı aydınlarımızın ‘’Bunca yıkımı sanatta ne zaman ve nasıl işleyeceğiz?’’ sorusuna bir cevap niteliğindedir. ‘’Auschwitz'den sonra artık şiir yazılamaz‘’ diyen Theodor Adorno’ya inat edercesine yazmaya devam ederek umudu korumak istiyor.
Makul bir dille ve normal bir kurguyla anlatılması yetersiz kalırdı
Romanı; çağdaşlarından ayıran ayırıcı yanı, olmaz denilenin eserde oldurması ve bizi buna inandırmasıdır. Kurgunun içinde kanı çekilen okur, buradaki gerçekle yüzleşirken bu gerçeğin bu şekilde de yazılabileceğine ikna oluyor. Hatta bir yerden sonra ancak bu şekilde yazılabileceğini düşünmeye başlıyor. Yaşananların absürt ve katlanılmaz oluşu makul bir dille ve normal bir kurguyla anlatılması yetersiz kalırdı çünkü. “En azından yakınlarının kemiklerini arayanların” çağında söylenecek söz kalmadığında geriye bizlere kemikten bir tekne inşa edip oraya binip kendini akışa bırakma kalıyor. Yaşanılanların asitmetrik tutarsızlığı bir yerden sonra ancak psikanalitik bir karşı koyuşla deşifre edilebilirdi.
Buna benzer bir cümleyi yine Adorno’dan vereyim: ‘’Yanlış hayat doğru yaşanmaz’’ diyor ve bizlere kemikler çağında vicdanımızı uyandırmak için davul ve zurnanın ötesinde kemikten bir tekneyle veya Kerberos denilen köpekle karşımıza çıkmaktadır. Kuleden kalkan geniş kanatlı kartalların gözlerimizi oyduğu ağıtlarımızı yaktığı ve dilimizi kuruttuğu bir çağda edebi bir itiraz, ancak böyle bir eserle yapılabilirdi.
“Herkes, bir gün günahlarının bedelini öder” cümlesi tekrar tekrar karşımıza çıkmakta ve yükselen öfkeyi yatıştırmaktadır. Bu temenniyle esere devam ederken ‘’Savaş yaklaşıyor’’ cümlesi adeta Game Of Thrones dizisinde sürekli tekrar edilen ‘’Kış geliyor’’ cümlesiyle mantık ve mesaj açısından birebir benziyor. Her iki cümlede de belirtilen zaman geldiğinde insanlar insanlığından çıkarak en derinde gizlediği barbar yanını ortaya çıkarıyor.
Dizideki “Akgezenler” gerçek hayatta karşımıza kara giyinen IŞİD’tir. Her ikisi de yaşam yerine ölümü kutsamaktadır. Her ikisinin de idealize dünya, ölümü bir kurtuluş olarak sunmaktadır. Barbarlar ve işbirlikçileri, yazara göre Allah’sızdır. Çünkü yeri geldiğinde Allah’ın kelamına sansür uygulayan da yine ortaklarıdır. Bu yönüyle baskı altına alınmış ve her bir değeri iğdiş edilmiş toplumlarda yükselecek itirazların önünün kesilmesi noktasında yüceltilen dinlerin tüm sözleri aynı derecede eşit değildir.
İşlerine gelen yerler alınıp diğer yerler atılarak üretilen dini argüman, her şeyden önce İslamiyet değildir. Yezidilerin İşid’ten kaçmaları için yardım eden şalvarlı genç karakterimiz, ilerleyen kurguda bu mülteci Yezidilere kucak açan gençlere benzemesi metaforik olarak bir göndermeyse de metnin satır aralarında bu yardıma vesile olan bir ağıdın ortaklığı; sahip olduğumuz sözlü kültürün, şiirin, türkünün hem yok edilmeye sebebimiz hem de kurtulmaya vesilemiz olması ironiktir. Burada söz ortaklığı, yan yana gelmeyi başardığımızda bizleri kemiklerimizi aramaktan kurtaracak kadar güçlü bir ulusal değer olarak yüceltilmektedir.
Susup tezini anlamamızı beklediğini görebiliyoruz
Roman, edebiyatta bir tartışma alanına dönen baba- oğul ilişkisi yönünde okunabilecek yetkinliktedir. Yazar, burada psikanalitik gerçeklerle oyun oynar gibi oynamış ve tartışmayı zenginleştirmiştir. Küçükken babadan görülmeyen sevginin yarattığı tetikçi kişiliğin klişesinden öteye giderek babasını cezalandırmak isteyen bir evladın kurduğu öyküden hareketle roman boyunca süregelen bir gerilimi sıcak tutmaktadır. Ataerkil düzen gerçeğinden kopmadan erkek çocuk üzerine inşa edilen kurgu, erkek karakterle genişlerken idealize edilen dünyanın değil de mevcudun gerçeğiyle hareket ediyor. Roman boyunca hiç eksilmeden devam eden baba oğul ilişkisi, babanın diğer dört kızının tek bir satırda sadece isimlerinin verilmesiyle geçiştirilmiş ve kayıp ya da ölü ama en çok da merak edilen kişi konumuna oğulu koymuştur.
Oysa kayıpların ve ölülerin artık cinsiyetleri değil kimlikleridir kayıp olan. Romanda biraz ön plana çıkarılan annenin neredeyse hiç konuşmayışı, edilgenliği, bekleyişi ve diğer bir karakter olan Yezdan’ın da benzer gerilikte tutulması feminist kuramlar açısından eseri güçlendireceği yerde sabit tutmuştur. Her iki karakter de dönüşümcü bir rol oynamamış ya öldürülmüş ya da yaralı halde ölümle baş başa bırakılmıştır. Oysa kadınların savaştığı bir savaşın tam ortasında yer aldıklarını ve bu kadınlar sayesinde kurtulduklarını gerçeğini işlemek eseri baba- oğul ikileminden çıkartıp zenginleştirecekti.
Tezli romanlarda bas bas bağıran yazarların aksine A. Aren Çelik, susup tezini anlamamızı beklediğini görebiliyoruz. Burada kurguya ince işçilikle yedirdiği mesaja güvenmektedir ve bunu başarmıştır. Burada gizlediği punctumları yeterince güçlü ve sarsıcıdır. Karakterin ağzından dökülen şu cümle bizlere eğer yeteri kadar dikkat edersek iyi bir ders vermektedir: “Fakat dünya kötülerin yaptığı kötülükler yüzünden kötü değil, iyi insanların sessizliği yüzünden bu haldeydi.”
Bu cümle, yaşadığımız trajedinin sebebi, sonucu ve özetidir. Bu yüzden roman, içten içe iyi insanlara seslenerek iyi olmanın yetmeyeceğini dile getiriyor. Yazarın bu sitemiyle alacağımız ders, kayıtsızlığın ve nemelazımcılığının sonuç getirmediğidir. Nietzsche’nin “Uzun süre uçuruma bakarsan uçurum da senin içine bakmaya başlar” sözüyle bitireyim çünkü buradaki umursamazlık, eylemsizlik ve kör tutuculuk, bin yıllardır bizlere reva görülen kör kuyuların zamanla ruhumuzu teslim aldığını ve ruhlarımızın da artık karardığı gerçeğiyle bizleri baş başa bırakıyor.
Son olarak yol yöntem gösterenimiz Nurdan Gürbilek’in Yol Gösteren Gölge adlı eserinde geçen “Dinleyici, hikayeyi dinlerken kendini ne kadar unutursa dinledikleri hafızasında o kadar yer kaplar” tezini geliştiren birkaç ifade eklemek istiyorum. Gürbilek’in bu tespiti; Yediler Teknesi’ni okuyan her okur için geçerli olamaz çünkü çok az okur, kendini bu eserin dışında tutarak okuyabilecektir. Gönül isterdi ki yüzyıllardır yaşanan bu yıkımın güncelliği olmasaydı da bizler de eseri dışında kalarak okuyabilseydik. Çünkü ‘’en azından kayıplarının kemiklerini’’ arayan analar veya mezarı bulunmayanlar benim yakınlarım. Bu yüzden bu yakınlık metinden uzak kalmama engel olmakta ve Nurdan Gürbilek’in söylediği gibi eserin niteliğini düşürmemektedir. Bazı duygusal okurlarca tam tersine metne daha aşina bakmalarına da vesile olmaktadır. Kurgudaki tekne, hepimizin binip ruhunu sağaltmak istediği bir metafor ve sürüklendiğimiz tufan halen geçmiş değil. Bu sebepten ötürü, içimizden geçen bir kurgu, esasında bizler için çırılçıplak bir gerçeğin betimlenmesidir.
(AD/HA)