Ben Konyalıyım arkadaşlar. İki tane çok değerli hemşerim var. Birisi sevgi insanı Mevlana Celaleddin Rumi; diğeri ise, güldürürken ders veren insan Nasrettin Hoca. Nasrettin Hoca’nın bir fıkrası vardır. Hocamızın mahallesinde bir düğün yapılmaktadır. Ancak, bizim hoca, düğüne giderken, öyle şık falan giyinmemiş; günlük kıyafetleri üstünde, gelir düğün evine. Ahaliden ne selam, ne sabah. Takılır biraz oralarda. Bakar ki kimse ilgilenmiyor; gider evine, kürkünü giyer ve döner düğün yerine. Hocayı üstünde kürkle görenler; “Ooo! Hocam hoş geldin, buyur şöyle başköşeye kurul.” diye ikram izzette bulunurlar. Önüne çeşit çeşit yemekler konur. Hoca, bakar şöyle etrafına, uzatır kürkünün kolunu yemeklere doğru ve “Buyur ye kürküm ye” der. Etrafındakiler sorarlar; “Hocam, ne yapıyorsun, hiç kürk yemek yer mi?” hoca der; “Az önce geldim, ne selam, ne sabah. Gittim, kürkümü giyip geldim, bir ikram bir izzet. Eh bu durumda, kürküme ikram etmeyeceğim de ne yapacağım?”.
Şimdi diyeceksiniz ki bu fıkranın ne ilgisi var. Anlatayım arkadaşlar. Bilirsiniz, bizim toplumumuz makamı, mevkii çok sever. Hatta birçok insan, sadece bunlara değer verir de neyse, biz o detaylara girmeyelim. Ben bu ay sizlere, adliye koridorlarında yaşadığım ilginç birkaç olaydan söz etmek istiyorum. Yukarıdaki fıkrayı da onun için yazdım.
Bundan yaklaşık 17 ay kadar önce, Manisa’dan Urla’ya tayin oldum. Urla’ya gelince, beni üç farklı adliyeye görevlendirdiler. Urla, Çeşme ve Karaburun. Gidip her adliye merkezinde duruşmaya girmem gerekiyor. Ama öncesinde, adliyeleri dolaşıp tanımam; duruşma için gittiğimde hangi duruşma salonu nerede bilmem gerekiyor.
En çok çalışacağım adliye Urla Adliyesi olduğu için oradan başlayayım dedim. Kurum aracı beni adliye otoparkında bıraktı. Kapıdaki memur arkadaşlardan birisi merdivenlere kadar bana eşlik etti. Bu arada da konuştuk. Yeni atanan Orman Avukatı olduğumu falan söyledim. Tam merdivenlerde, memur arkadaş benim yanımdan ayrıldı; ama belli ki uzaklaşmamış; çıkıp çıkamayacağımdan emin olmak istemiş sağ olsun. Tam son basamağa geldim ki; yaşlı bir amca kolumu tuttu. “Kızım bu halde sen ne yapabildin ki seni de getirdiler. Utanmadın mı adliyeye gelmeye?” deyince; bende bir duygu fırtınası oluştu. Kızayım mı? Güleyim mi? Toplum engellinin suç işlemekten bile aciz olduğunu düşündüğünden çıldırayım mı? Bana yardımcı olan memur arkadaş: “Amca, arkadaş avukatmış. Hem de Orman Avukatıymış. Bak senin köy de orman köyü.” Deyince; bizim amca, önce nazikçe kolumu bıraktı. Sonra, “Kızım şey hanımefendi, yani bacım, kusura bakma. Ben de seni öyle, elinde kör sopasıyla görünce…” yaklaşık beş dakika kadar, nezaket sözleri, özürler, falan filan. Unvanım söylenince, birden bire, “Kız’dan” “Hanımefendiliğe”, çok iyi işler başarmış, olağanüstü bir yaratığa dönüşüverdim. Neyse, amcaya elimdekinin kör sopası değil, beyaz baston olduğunu; yaptığım işi bir görme engellinin de gören kadar iyi yapabileceğini; toplumdaki engellilere böyle hoyratça davranmaması gerektiğini anlattım. Selamlaşıp ayrıldık.
İkinci durak Çeşme Adliyesi. Oranın otoparkı adliye önünden biraz uzakta kalıyor. Araçtan indim. Yavaş yavaş adliyeye doğru yürüyorum. Mesafeyi ayarlayamadığımdan merdivenleri biraz geçmişim. Arkadan gelen iki arkadaşın aralarındaki konuşmayı duyuyorum. “Adliyeye mi girecek ki?” “Yok ya onun ne işi olur ki adliyede! Baksana kör zaten.” Arkamı dönüp, “Evet adliyeye gireceğim.” deyince, her ikisi de hafif bir şok atlatıp; aralarında bir tartışmaya başladılar: “Oğlum, şu rampaya götür.” “Yok ya bu sadece kör, merdiven çıkabilir.” Ben, “Arkadaşlar, merdiven çıkabilirim. Eğer mümkünse siz gösterin, değilse müsaade edin, ben bulup çıkayım.” diyerek tartışmayı sonlandırdım ve adliyeye ulaşabildim.
Bu iki engin tecrübeden sonra Urla Adliyesi’nde ilk duruşmaya gideceğim. Saati de yaklaştığı için iş yerinden çıkmadan cübbemi giydim. Adliye otoparkında cübbeyle araçtan inince, zaten beni tanıyan memur arkadaş yanıma geldi. Günaydınlaştık. Ben adliyeye yürüdüm. Sabah saatleri, merdivenler hayli kalabalık. Üzerimde cübbeyle beni görenler, “Dur, çekil şöyle, Avukat Hanım geçsin. Bir yol verin arkadaşlar…” şeklinde, büyük bir coşkuyla, beni adliyeye buyur ettiler. Bir an düşündüm, acaba ben geçen seferki gibi, cübbesiz gelsem, bu arkadaşların muamelesi nasıl olurdu diye. Bu durumu tecrübe etmek uzun sürmedi.
Yine bir gün duruşmam var, erken gittim. Merdivenlerde bekleyen, aralarında sohbet edip, inip çıkmak isteyenlere akrobasi yaptıran arkadaşlar, “Aaa! Bunun ne işi var ki! Durun, adliyeye girecek herhalde…” muhabbetleri eşliğinde beni karşıladılar. Tüm itirazlarıma rağmen, yardımsever bir vatandaşımız, kolumdan tutup; adliyenin içine kadar bana eşlik etti. Duruşma salonunun önünde cübbemi giymek için durdum. Arkadaş ne yapacağımı merak etmiş herhalde ki, yanımdan ayrılmamış. Ben cübbemi giyip mübaşirle duruşma sıram hakkında konuşmaya başlayınca, arkamdan aynen şu sözleri duydum: “Anaaa! Avukatmış ya bu. Ya bizde saygısızlık ettik herhalde. Kadın kendim giderim dedi, zorla koluna girdik. Ama ne biliyim ben ya, kör olunca işte avukat olacağını falan bilemedim ki."
İşte gördüğünüz gibi arkadaşlar. Bir titriniz varsa, engelli bile olsanız saygıyı hak edebiliyorsunuz. Ama ben düşünüyorum: acaba saygı bana mı yoksa cübbeme mi? Bir gün cübbemi adliyeye yalnız gönderip bunu da tecrübe edeceğim. Sonucu size de yazarım. (SM/NV)
* Bu yazı EEEH dergisinin ocak sayısında yayınlandı.
** Yazının ses kaydına ulaşmak için tıklayın.