Yaşamın Kıyısında çok güzel bir film. İçe işleyiyor, derinlikli, izleyenin merakının kesintisiz olarak elinde tutuyor.
Filmler hakkında "Konusu ne?" düzeyinde konuşmayı çok severim; bütün derin çözümleme girişimlerini, bir ölçüde "ukalalıkları" yok sayan etkisi nedeniyle... Ya da şöyle söyleyeyim, ilkel bir beğeni düzeyiyle "gerçek hayatta olamayacak" şeyleri anlatan, "ballandıra ballandıra anlatacak konuları olan" filmleri çok severim. Yoksa neden sinemaya gidilsin ki zaten?
Yaşamın Kıyısında'nın konusu ölüm, karşılaşma, kaçma, kovalama, denk düşmeme, keder, memleket, seks, yaşlılık... "Yaşamın Kıyısında"n, yaşamın ortasından, kenarından, berisinden "acı" küçük olaylara gömülü sıradan şeyleri izliyoruz. Hep olup bitenleri sanki hiç olamaz hadiselermiş gibi şaşırarak, çok üzülerek, ağlayarak seyrediyoruz.
Fatih Akın'ın sinemasının büyüsü burada gizli sanırım. Sıradan ve gündelik olayların ağır dramını anlatabilen yönetmenlerden olması...
Bir "orospu"nun yaşamı hafife alışıyla başlıyor film. Sonra ilk olarak o, yaşama başka bir yerden yaklaşmayı denerken ölüveriyor, yağmurdan kaçarken doluya tutuluyor...
Aynı evin başka odalarında başka hayatlar yaşanıyor. O odalarda kendini arayış, keder dönüp dolanıyor... Tıpkı bizim evde, onların, diğerlerinin evinde olduğu gibi... Aynı buzdolabını, tuvaleti kullanmak buluşma noktası, ayrı rüyalar ve kabusların uykusuna dalmak ayrılma noktası. Nejat'la babası Ali gibi...
Uzun sözün kısası, bir aşamada filmin "asıl kadınıyla" tanışıyoruz. Nurgül Yeşilçay'ın oynadığı Ayten. 27 yaşında, sosyoloji okuyor, ama pek okuyamıyor, devrimci örgüt üyesi. İşte bu "devrimci örgüt" dahliyle film kendi üzerine yıkılma başlıyor. Ben öyle hissettim yani, "filmin konusu öyle" olmaya başladı artık.
Ayten, bir gösteri sırasında polisten kaçarken cep telefonunu yere düşürüyor, ama yine de kaçmayı başarıp, silahını bir yere saklıyor. Sonra Almanya'ya kaçıyor, bir Alman kadına aşık oluyor, sonra bir aşamada o silahla Ayten'in sevgilisi vuruluyor. Orada aklım karışıyor işte. Bir filmde silah bir kez görününce mutlaka namlusundan kurşun çıkarmış ama, "devrim"den aşka gitmeseydi o kurşun.. Olmasaydı öyle... "Devrim" bütün ağır klişeler üzerine kurulu olarak aşk hikayesinin berisinde sürüyor. Kötüleri devrim üstleniyor, aşk "dokunulmaz" kalıyor.
Basılan hücre evinin kapısında, duvarında Nazım Hikmet ve Che Guevera posterleri... Bir türlü "Yazık oldu bu genç güzel kadınlara" hissini almaktan kurtulamıyoruz... Onların kişisel duygu dünyalarının direnişe varan hikayesi, geçirdikleri zihinsel aşamaları "devrim" ikonlarına indirgenmiyor mu ya da Nazım Hikmet, Che gibi devasa imgeler "heyecanlı bir kız çocuğunun" devrim hikayesine indirgenmiyor mu?
Diyelim buraya kadar bir sinematografik tercih, koşul devreye girdi... "Devrimciler de sever, devrimciler de vazgeçer, devrimden vazgeçselerdi..." gibi bir düşünceyle...
Ayten'in bir devrimci olarak sevgilisinin ölümüyle "ayması", pişmanlıktan yararlanarak dışarı çıkması, "neyse ki yanlıştan döndü" hissi yıllarca işkenceye uğramış acı çekmiş, canı yanmış, yanmakta olan insanların hikayelerinin ortak temel niteliklerini büzüştürmüyor mu?
Bir de Alman sevgilinin annesinin "Biz o zamanlar yürüdük Hindistan'a, modaydı" demesi bir yerinde filmin... "Bizim kızlar kaldı bu davanın altında, oysa geçecekti" demek ister gibi...
"Bir gençlik hatasıydı oldu... Değmez hayatınızı mahvetmeye ..."
Ya da ben mi çok alınganım bilmiyorum... Yine de bir buruk tad bıraktı ağzımda...
Sonuçta gelmeler gitmeler, iç içe ve çarprazlamasına yürüyen hikayelerle duyarsız kalınamayacak bir film. Film müzikleri çıkmış, başa dönüp dönüp dinlenecek şarkılar var... (NZ)