Yaşam ona "pozitif" bakanlarla güzelleşiyor ve değişiyor.
Ama böyle bakabilmek için yaşamın bütününü görebilmek gerekli.
"Polyannacılık" yaparak yalnız olumlu yanlara bakmak ya da olumsuzluklara gözlerini kapamak bence yaşama "pozitif bakmak" sayılmamalı.
Bu "tek gözle bakmak" ya da yaşamın önemli bir bölümüne gözünü kapatmak olurdu.
Bence "pozitif bakmak" için bütünü görmek, bütünün içindeki çelişkiyi fark etmek, o çelişkinin doğuracağı değişimi görmek ve gerçekleşme potansiyeline sahip o değişimdeki olumluluğu "yakalamak" gerekli.
Yazındaki gerçekçilik ya da doğal gerçekçilik, sosyalist devrimden sonra "sosyalizm"in olumluluklarını ve gelecekte gerçekleştireceği değişimin güzelliğini estetize etmeye yönelen "sosyalist gerçekçilik" haline geldi.
Ne var ki bu akım, en azından mevcut örneklerdeki mekaniklik ve şematiklik yüzünden eleştirildi. Bunun önemli bir nedeni sanata salt bir "propaganda" işlevinin egemen kılınmasıydı.
İnsan tüm eksiklikleri, yanlışları, duygularının belirlediği tercihleri sonucu şekillenen yaşamıyla bir bütün olarak ele alınmadığında, onun varlığının sanata yoluyla ifadesi de ister istemez "yaşamayan", gerçekte "varolmayan" tiplere, karakterlere dönüşür.
Romancı "Pınar Selek"
Pınar Selek aslında bir "sosyolog". O insanı ve onun içinde yer aldığı toplumu incelemeyi, anlamayı ve ifade etmeyi "bilimsel" temelde gerçekleştirmeyi yeğleyen bir bilim kadını. Üretken bir insan ve kendi alanında önemli yapıtları var. Onun daha önce yazdığı "masal"lar bir yana konulursa, eskiden beri varolduğunu söylediği "edebi" yanını, ilk kez açığa vuruyor. Yolgeçen Hanı onun ilk romanı.
Böyle bir romanın varlığından onun gerçekten "yılan hikâyesi"ne dönen yargılanma süreci içinde, bir duruşmadan sonra, onunla yapılan telefon görüşmesi sırasında haberdar olmuştum. Sanırım pek çok insan gibi o zaman ben de bunun, yaşadığı bu süreçten kaynaklanan bir roman olduğu düşünmüştüm. Benzer bir süreci "kızım" dolayımında yaşayan ama bunu henüz yazarak ifade etmemiş, ya da edememiş bir insan olarak, oldukça merakla beklemiştim bu romanın yayınlanmasını.
Yayınlandığını duyduğumda çok sevindim. Kitaba dair yazılanları okuduğum gibi, onunla farklı bir "e-söyleşi" yapılmasını ve bianet'te yayınlanmasını çok istemiş, hatta aracı olmuştum. Sonrasında bianet'te Yolgeçen Hanı ile ilgili bir tanıtım yazısı çıktı, bir de kitabın çıktığı günlerde İstanbul'a geldiği sırada yapılan bir söyleşisi yayınlandı.
Başka yayınlarda da hem söyleşileri, hem de kitapla ilgili yazıla yer aldı. Bunların çoğunu okudum.
Pınar'a ve onun yaptıklarına, hepimizin bildiği ve kabul edemediği yaşadığı sürece yönelik duygu ve düşüncelerim ve tabi "tarihe bir de benim bakışımla iz koyma" hevesim, romanı okuduktan sonra bu yazıyı yazmam için beni dürtüp durdu.
Aslında romanı okurken, bir yandan gelişimi ve sonunu merak ediyor, bir yandan da romanla ilgili neler yazabileceğimi düşünüyordum. Dahası bazı notlar aldım. Bu yazı biraz da o notlardan çıktı.
Okurken yalnızca içerik açısından değil, bir roman tekniği açısından da hoşuma giden yanlar keşfettim. Öncelikle onlardan söz etmeliyim.
Bir "roman"
Bir edebiyat eleştirmeni olmamakla birlikte "okuyan" bir insan olarak, bir ilk roman olarak doğrusu bir eksiklik, acemilikle karşılaşmadım. Tersine diğer kitaplarında da var olan "ifade etme" yetkinliğini ve bunun bir "beğeni ve haz" verecek şekilde ifade edilmesi hoşuma giden yanların başında geldi.
Yer yer duygu yoğunluğunun çok yükselmesi, okuyanı adeta anlatılanların canlı bir tanığı hatta yaşayanı kılınması, bunun özel olarak hedeflenmeden yaşamın akışının doğallığı içinde gündeme gelmesi, birkaç karakter dışında tüm kahramanların kendimizde, ya da tanıdığımız insanlarda gördüğümüz özellikleri nedeniyle "yaşayan", "tanıdığımı" hatta yanımızda yöremizde olan insanlardan birisi gibi olması onları sahici kılan, dolayısıyla anlatılan hikâyeyi somut bir "gerçeklik" haline getiren noktalarıydı.
O kadar ki sanki kitapta anlatılanların büyük bir bölümünün geçtiği Yedikule'ye şimdi gidilse, yalnız orada anlatılan mekanları ve yerleri değil, ama o hikâyede yer alan insanları da adları başka da olsa görülebileceği duygusu doğuyor.
Romanın bölümlerinin çoğunun O'Henry'nin kısa hikâyelerine benzer biçimde, kendi başına da okunabilen, başı ortası, sonu olan kısa, küçük hikâyeler şeklinde tasarlanmış ve yazılmış olması, bütünün tıpkı yaşamda olduğu gibi bir "anlar" toplamından oluşması, her birinin okurken kendi başına bir "yazın yapıtı" tadı vermesi bence başarılı yanları arasında dikkât çekiyor.
Kitabı bitirince bir sosyal paylaşım sitesinde bu duygularla yola çıkarak "sevdim" sözcüğüyle ifade etmemin bir nedeni de aslında buydu.
"Anlatılan hepimizin hikayesi"
Dünyaya "sol"dan bakanların sıkça kullandığı bir sözdür bu. Latince aslı "quid rides de te fabula narratur" olan bu cümle kısaca "de te fabula narratur" diye bilinir, "Anlatılan senin hikayendir" anlamına.
Pınar Selek de Yolgeçen Hanı'nda aslında hepimizin 1980'den bu güne yaşadıklarımızın, tanık olduklarımızın hikâyesini anlatmış.
12 Eylül Darbesi, bazen öldürerek, bazen sakat bırakarak, ama mutlaka yaşamları düzenleri bozarak etkiledi bir çok yaşamı. Dahası küreselleşen kapitalizmin tüm değerleri silip yalnızca "fiyatı" belirlenenleri değer kabul eden yüzünü bu ülkede de egemen kıldı. Üstelik bu yüzün toplumsal yaşam içinde, bu toplumu oluşturan bireyleri, insanları ezerek yok ederek egemenliğini her gün yeniden kurarak sürdürdü.
Hemen herkes bu saldırıya karşı insanların en azından "korunma" duygusuyla kendilerine kozalar ördüler; direnme hatları ve mevzileri yarattılar, belki çok küçük ama insana dair çok değerli unsurlara tutunarak varolma çabası içinde oldular. Kimisi biraz daha ileriye giderek bu süreçte hem kendilerini hem de insanlığı bir bütün olarak geliştirmeye yetkinleştirmeye çalıştı.
En küçük bir olumluluğun bile içinde taşıdığı potansiyel nedeniyle yaşamı, insanı ve gerçekliği değiştirebileceğine dair içimizde yaşayan, kimilerince "boş" diye adlandırılan umudu büyütüp geliştirmesi ve zenginleştirmesine yol açtı.
İşte bu romandan bana kalan izler bunlar oldu. 30 yılı anlatan bir sinema filmi gibi romanın içinde bunları gördüm: Ama en önemlisi de her insanın her şeyiyle bir insan olarak varlığının yaşama kattığı zenginliği ortaya koymasıydı kuşkusuz.
Bunlar kitapta kendilerinden ve hikâyelerinden söz edilen, Hasan-Elif-Cemal, Sema-Gülcan-Hande, Madam Zabel-Artin Usta-Salih, Hatice-Fikret, Necdet-Handan, Cemal-Lale, Mihailis-Margarita, Hasan-Rafi, Hande-Goril, ve birçok başka karakterin kimlikleri ve yaşadıkları hikâyelerle ortaya konuluyor.
Özetle Yolgeçen Hanı'da hiç "yalan" yok; hepsi gerçek, hepsi bu dünya üzerinde ve bu coğrafyada, adları başka olsa da bir yerlerde ve birileri tarafından yaşanılan olaylar.
Yolgeçen Hanı'ndaki umut
Bir yok oluş kayboluş anlatılıyor gibi görünse de Yolgeçen Hanı aslında hepimizin içinden geçtiğimiz bu dünyada geleceğin iyiliğine, güzelliğine, doğruluğuna dair bir umudu büyütüyor, çoğaltıyor olması bence en güzel yanlarından bir başkası.
"Yolgeçen Hanı", yolun geçtiği bir yer olmasının ötesinde kalıp tutunmak isteyenlere bir dayanak, bir sığınak bir mücadele noktası olma özelliğine de sahip.
Bu yüzden de aslında hepimizin gereksindiği bir unsur.
Okuyup bitirdiğim anda hâlimi ifade edecek sözcük: "Mutlu bir hüzün" oldu.
Ama aynı zamanda da "umut"la doldu içim.
Hem yaşamın döngüsünün mutlaka iyiliğe, doğruluğa ve güzelliğe doğru yöneleceğine dair bir umut, hem de bu alanda da bir çok yapıtlar üretecek bir yeni "romancı"ya dair bir umut.
O yüzden bir kez daha "merhaba" diyorum, sevgili Pınar Selek'e...
"Yolgeçen Hanları"nın çoğalması dileğiyle... (MS/BB)