Benden gazetecilik hikâyemdeki ihlalleri anlatmamı beklediğiniz bu notları yazarken, bir dönem birlikte çalıştığım 28 yaşında bir gazeteci daha tutuklandı. Haliyle ben geçmişte yaşadıklarımı hatırlatsam da aslında hikâye geleceği haber veriyor…
Türkiye’de gazetecilerin yaşadığı baskıları konuşmamızın hem iyi hem de kötü nedeni var. İyi neden, ülkedeki gazetecilik geleneği şartlar ne olursa olsun hukuksuzlukları, yolsuzlukları ya da toplumsal sorunları anlatmaya devam ediyor. Üstelik kamuoyu da yaratabiliyor. Şöyle bir hafızanızı zorlayın. Son dönemde duyup da şaşırdığınız kaç tane olayın peşinden gazeteciler koştu? Kaçını gazeteciler olmasa öğrenebilirdiniz? Gazetecilerin çabası sayesinde kaç tanesinde küçük de olsa bir adım atıldı?
İşte bunlar iyi nedenler…
Kötü neden için uzatmaya gerek yok. Gazetecilerin açığa çıkardığı gerçekleri kendisi için tehdit sayan, başta iktidar olmak üzere, bir dizi güç odağıyla karşı karşıyayız. Ellerinin altında gazetecileri durdurabilecek yargı gibi aparatları var.
İşte iyi ile kötünün bu çatışması içinde bulunduğumuz şartları açıklıyor.
Hapis içinde hapis
Aslında çemberin içine girmek zor değil. 2008 yılında başladığım gazetecilik yaşamımın ilk yılında yaptığım tek bir haber beni terör davası sanığı yapmaya yetti. Ergenekon davasının hakim, savcı ve polisleri, dava başlamadan kısa süre önce buluşup yemek yemişti. Bu da yargının tarafsızlığına gölge düşürecek bir durumdu. Elime yemeğin fotoğrafları geçince düşünmedim. Haberi yaptım. O dönem Fethullahçıların güç sahibi olduğu yargı, kendisini koruma altına almak için, yargı yetkisini kullanmaktan çekinmedi. “Terörle mücadele eden kamu görevlilerini hedef göstermek” suçlamasıyla hakkımda dava açıldı.
Gazetecilerin tarafsızlık arayışıyla yargınınki o denli farklıydı ki…
Duruşmaya gelen mahkeme başkanı fotoğraftaki isimlerden biriydi. Kendi fotoğrafının yayınlanması hakkında karar verecekti.
Arada açılan davalar bir yana, 2011 yılında bir polis operasyonuyla evim basıldı. Ergenekon davası kapsamında bir grup gazeteciyle birlikte gözaltına alınıp tutuklandım. Bana sorulan soruların, yazılan iddianamenin içeriğindeki suçlamaların, delil diyerek önüme konanların tamamı yazdığım haberlerden oluşuyordu. Fethullahçıların kontrolündeki dönemin güçlü yargısı, başta Zekeriya Öz olmak üzere, bizi terörist ilan etmek için çalışıyordu. Hepimizin hakkında istenen cezalar 20-30 yıl civarındaydı. 19 ay tutuklu kaldım. Bu süreçte tecrit başta olmak üzere peşinen cezalandırıcı uygulamalarla tanıştım.
Cezaevinde bile negatif ayrımcılık vardı. Adi bir suçtan cezaevine girmişseniz içerde çeşitli sosyal olanaklardan faydalanıyordunuz. Fikir suçlusu iseniz cezaevinde ikinci bir cezaevine giriyordunuz. Rejim, hapishaneleri bile düşmanını seçecek şekilde hazırlamıştı.
Mafya rejiminin tehditleri
Hükümet ile Fethullahçılar arasındaki kavga, bir iktidar kavgasıydı. Etkisini yargıdaki, polisteki, askerdeki tasfiyelerle gösterdi.
Ancak…
İnsanlar değişti, düzen değişmedi. Eski sistem kendisini yeni isimlerle sürdürdü.
19 ay hapis yattığımız davadan beraat etmiştik. Devlet, pardon demişti. Fakat yazdıkça yeni davalar kapımızı çalmaya hemen başladı.
Buna bir de sistemin mafyalaşması eklendi. Elbette Türkiye’de mafya hep devletle içli dışlıydı. Ancak bu kez sistem kendisini doğrudan mafya ile tamamlamıştı. Zira Fethullahçılardan oluşan güç boşluğunun önemli bir bölümü mafyayla doldurulmuştu. Düzen, ekonomiden bürokrasiye bütün kurumlarıyla mafyayla dirsek teması kuruyordu.
Bunun gazetecilikteki sonucu, tehditlerin sıradanlaşmasıyla oldu.
Bu dönemde, yargılamaların yanında, bir müftünün açık ölüm tehdidiyle bile tanıştım. “Sonumun Charlie Hebdo’dakiler gibi olacağını” söylüyordu. Ama gazetecinin iki kelimesine takılan yargı, açık tehditlere kayıtsız kalıyordu. Bir başka tehdit daha yakındı. Devlet de ciddiye alıyor görünerek hakkımda koruma kararı verdi. Hayır, elbette bir korumayla dolaşmayacaktım. Sadece bir tehlike halinde yardım isteyecektim. Ne oldu derseniz, eski İçişleri Bakanı’nı eleştiren yazımın ardından devlet koruma kararımı kaldırdı.
Meclis kürsüsünden politikacıların hedef göstermesi, İçişleri Bakanı’nın sosyal medyadan hakaret etmesi ya da sözde milliyetçi partinin “hedeftekiler” listesine alınmak…
Dönem, “devlet benim” diyenlerin gazetecileri açıktan hedef gösterdiği, tehdit ettiği dönemdi.
Peşin cezalı davalar
Yargı da öyle emir altına girmişti ki…
Gezi davasında apaçık örneğini gördüğümüz “tak denilince şak diye gerekeni yapan” yargı, genel sistem haline geldi. Bu dönemde, Cendere kitabımıza, Cumhurbaşkanı avukatları tarafından tam 33 dava-soruşturma açıldı. Toplayınca 200 yıla yakın hapis isteniyordu.
Ama Türkiye’de yargıda süte su karıştırmak için bunlar yeterli değil…
Mutlaka terör ya da devletin güvenliği gibi bir suçlama ile muhatap olmanız gerekir. Önce hedef kişi seçilir, ardından dava gelir. Öyle de oldu. Yaşamını yitirmiş bir istihbarat personelinin cenaze haberinden devletin güvenliğine dair bir dava yaratıldı. Bir grup gazeteci arkadaşımla yeniden tutuklandım. Dört ay daha tecritte kaldım. Bu süreçteki infaz düzenlemeleri bana ve gazeteci arkadaşlarıma uygulanmadı. Garip ama yine beraat edip, hapis yattığımla kaldım. Zaten gazeteci tutuklamanın özü de buydu. Peşin peşin cezalandırmak. Sudan sebepler bile buna bahane oluyordu.
İki yıl hapis daha
Halen bir dizi davada yargılanıyorum. Bir tanesi ise hapis cezasıyla sonuçlandı. Bugün İstanbul Cumhuriyet Başsavcısı olan yargı mensubu hakkında yazdığım yazı nedeniyle, savcının daha önce hakimlik yaptığı mahkemede, onun arkadaşları tarafından yargılandım. Yazdığım yazı, o yargı mensubuyla yıllar önce yaşadıklarımı anlatıyordu.
Eleştirdiğim Başsavcı, iktidarla Fethullahçıların ortaklığını anlatan Mahrem kitabımıza, 2015 yılında bir dizi yasak getirmişti. Bugün ise politik davaların tamamında aynı yargı mensubu karşımıza çıkıyordu. Bu denk gelişleri hatırlatmam iki yıl hapis cezası almama neden oldu. Hâlihazırda istinaf mahkemesinde onanmasını ve hapse girmeyi bekliyorum.
Her şeye rağmen anlatmak
Bütün bu olanların yanında bir şey daha var. O da şu ki, eğer herhangi bir şekilde hedef alınmış iseniz, infazınız bir de kişiliğiniz üzerinden yapılıyor. Hükümet medyasında, trol ağlarında parmakla gösteriliyor, belden aşağı saldırılara uğruyor, itibarsızlaştırılıyorsunuz.
Hapis, tecrit, işsiz bırakılma, tehdit, yasaklama, sansür…
Başımdan geçenlerin özeti böyle. Ben ise hem gazetecilik hem de ülkem adına umutluyum. Her şeye rağmen benim de arasında olduğum kuşak; yazmaktan, haber yapmaktan, konuşmaktan vazgeçmiyor. Geçmişten aldığı mirası geleceğe aktarıyor. Savaş şartlarında ayakta kalmak gibi, kimi zaman Ezop dilini kullanıyor, kimi zaman “anladın sen onu” imalarıyla gösteriyor, kimi zaman da bedeli boynuna başından takarak kalem oynatıyor. İfadenin şekli değişse de özü değişmiyor. Sonunda gerçekler bir şekilde açığa çıkıyor.
Haliyle…
Bugün çekilen çilelerin yarını aydınlattığını biliyoruz. Dönüp geriye baktığımızda, eminim ki zamanın biriktirdiklerine “iyi ki” diyeceğiz!
Haberi Savunmak
- Gazetecilik inadı! - İsmail Arı (12 Kasım 2024)
- Baskının dijital karanlığı - Çiğdem Toker (13 Kasım 2024)
- Gazetecilik: Toplumun özsavunması - İnan Kızılkaya (14 Kasım 2024)
- Yarın “iyi ki” dedirtecek gazetecilik - Barış Terkoğlu (15 Kasım 2024)
- Erkek-devlet şiddetinde gazetecilik: Yazmaya devam! - Medine Mamedoğlu (16 Kasım 2024)
(BT/VC)