Prof. Dr. Thomas Giegerich Raporunun kamuoyuna açıklanıp açıklanmadığını bilmiyorum. Ama 4 Şubat 2013 günlü bu “Rapor” bazı haberlerde ve köşe yazılarında yer aldı.
Raporun adı şöyle: “Türkiye Cumhuriyeti Hâkimler ve Savcılar Yüksek Kurulu: Çalışma Performansı Değerlendirme Raporu”
Türkiye’nin müzakereleri ile ilgili olarak “Türkiye Emsal Değerlendirme Misyonu (25 - 27 Nisan 2012) – 23’üncü Fasıl: Yargı ve Temel Haklar” bu Raporun alt başlığı.
Bu raporun asıl işlevi ise; 12 Eylül 2010 Anayasa değişikliklerinden sonraki “yargı reformu” gereği Hâkimler ve Savcılar Yüksek Kurulunun işleyişi ve Türk yargısının bağımsızlığı ve tarafsızlığı üzerindeki etkisini araştırmak.
Sorular sorulmuş. Prof. Dr. Thomas Giegerich önceki raporuna atıf yaparak soruyor:
Anayasa değişikliği, yargı reformu ve HSYK kuruluşu ile acaba Türkiye’de yargının bağımsızlığı ve tarafsızlığı konusundaki pratik iyileştirmeler ve artan güvenilirliğine ilişkin kanıt sunuyor mu?
HSYK uygulamalarında iyileştirmeler yapılarak ortadan kaldırılabilecek eksiklikleri göz önüne seriyor mu?
Yoksa Türk yargısının bağımsızlığı ve tarafsızlığı konusunda kamuya güven telkini için daha fazla reform mu gereklidir?
HSYK’nın ilk performans ve onsekiz aylık çalışmaları bu raporda değerlendirilmiş.
Rapor’da Üçüncü Daire’de incelenmiş. Üçüncü Daire’nin görevinin yargıç veya savcıların görevini yerine getirirken bir suç işleyip işlemediğini incelemediği ve soruşturmalar için ya Teftiş Kurulu müfettişleri ya da kıdemli yargıç veya savcıların görev yaptığı belirtiliyor. Ama çok daha önemlisi şu: “Bu soruşturmalar ayrıca Adalet Bakanının önceden onayına tabidir. Ancak, yeni Yüksek Kurulun kuruluşundan beri, Bakan vetosunu kullanmamıştır.” Raporun bu bölümü bir hayli ilginç aslında.
Raporun önerisi çok net: “Yargıç ve savcılara ilişkin disiplin incelemeleri ve soruşturma girişimleri üzerinde Bakan vetosunun kaldırılması” yönünde görüş bildirilmiş.
Daha da ilginç olanı Prof. Dr. Thomas Giegerich’in Hrant Dink davası hakkındaki görüşleri:
“2.5.3.4. Hrant Dink Davası
Bu dava, Ermeni yazar ve gazeteci Hrant Dink’in katillerinin kovuşturulması ve mahkûm edilmesiyle ilgilidir. Bu da başka bir sansasyonel davadır. Ama bunun nedeni Avrupa İnsan Hakları Mahkemesinin, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesinde yer alan yaşama hakkı ihlalinden dolayı Türkiye’ye hâlihazırda mahkûmiyet vermesi değil, Türkiye’nin Dink’in yaşamını koruyamaması ve cinayetini etkili bir şekilde soruşturamamasıdır. (Dink v. Türkiye,14 Eylül 2010 tarihli karar No. 2668/07 ve diğerleri).
Cinayetin failinin bu sürede suçlu olduğu kanıtlanmış ve uzun süreli hapis cezasına çarptırılmıştır. Ancak, (kamu görevlileri dâhil olmak üzere) diğer 19 asli şüphelinin yargılanmasının sonunda yetkili ceza mahkemesi cinayetin hiçbir yasadışı örgüt tarafından işlenmediğine karar verdi. Bunun üzerine, duruşma yargıcı ve ilgili savcı, geçerli kanıtların değerlendirilmesiyle ilgili olarak medyaya eleştirel açıklamalarda bulundular. Hala temyiz konusu olan davanın sonucundan dolayı değil, bu beyanlar yüzünden Üçüncü Dairece, duruşma yargıcı ve savcının resmi görevlerinin ihlal edip etmedikleri hakkında bir inceleme başlatmaya karar verdiği tarafıma bildirildi. Bu karar, toplum nezdinde, “derin devletle” ilişkisi olan ve yargının tarafsızlığı nedeniyle cezalandırılmayan kişilere meydan okumaya cüret eden yargı üyelerinin disiplin altına alınacağı/hizaya getirileceği gibi olumsuz bir izlenime neden olabilir. Bu yüzden, inceleme büyük bir özenle sürdürülmelidir.
Yine bu davada, Yüksek Kurul yargı sisteminin güvenilirliğini koruma ve özellikle iyi bilinen davalarda yargının düzgün işleyişine olan toplum güvenini sürdürme sorumluluğunu ciddiye alması gerekmektedir. Bu doğrultuda, Yüksek Kurulun, eylemlerini halka ivedilikle açıklamış olması gerekirdi.” (Rapor Sayfa 23)
Sonuç bölümünden birkaç satır: “Yargıç veya savcıların, yalnızca o dönemki yasalarca açık bir şekilde tanımlanan bir suç işlediklerinin kabul edilebilir kuşkuların ötesinde kanıtlanabildiği takdirde, disiplin yaptırımlarının uygulanmasını sağlayacak şekilde yasalarda değişiklik yapılmasını önermekteyim. Kanıtlanmayan söylentiler herhangi bir disiplin kovuşturması için hiçbir zaman yeterli bir dayanak olamaz. Özellikle kamuoyunca bilinen davalarda inceleme veya soruşturmaları başlatırken Yüksek Kurul yargı sisteminin güvenilirliğini koruma ve bağımsızlık ve tarafsızlık açısından kamunun yargının düzgün işleyişine olan güvenini sağlama sorumluluğunu ciddiye almalıdır. Yargıç ve savcıların bağımsızlığına, tarafsızlığına veya bireysel haklarını potansiyel olarak müdahale eden tüm Yüksek Kurul kararları yargı denetimine tabi tutulmalıdır.” (Rapor Sayfa 27)
Rapor’da Yüksek Kurul’un, “bu davalarla ilgili soruşturma kararlarının sonuçlarını halka ivedilikle açıklamalıdır” deniliyor.
Görüşüme göre, toplumu derinden sarsan ve etkileyen, yargıya olan güvenin tartışılmasına ve sarsılmasına neden olan davalardaki yargının tüm aktörleri, yargıç ve savcıları hakkında yapılan soruşturmalar sonrasında verilen kararların ne olduğunu halk bilmelidir. Davanın adı ne olursa olsun, kitlesel eylemlere konu oluyorsa, adaleti ve vicdanları kilitliyorsa yargıda ne olup bittiğini halk bilmelidir. Eğer gazeteciler araştırırsa, haber yaparsa ve haber yaptırılırsa…
Böylece kamunun bilgi edinme hakkı yerine getirilmiş olur.
Ayrıca halkın bilgilendirilmesi yoluyla yargı otoritesinin korunması ve halkın gerçekleri öğrenme hakkı sağlanır.
Bilgiden, haberden, olanların öğrenilmesinden, yargının eleştirisinden kim korkar?
Ne dersiniz? Prof. Dr. Thomas Giegerich’in dediklerini ciddiye alalım mı?
Aydınlanmamız gerekmez mi? Davalarda yargının ne yaptığını bilmek isterim doğrusu.
Yargıda olup bitenlerin bilinmesini sağlamak için kamunun elinde bulunan bilgilerin halka açıklanmasında herhangi bir sakınca var mıdır?