Suçların ortaya saçılmasını bekleyen zamanların iç karartan beklentileri bildiğimiz ama bilmediğimiz çete işlerinin faş edildiği hukuksuzluk ve kirliliklerin öğrenilmesiyle başlayan günlere dönüştü.
Çetelerin çeteleri ifşa ettiği videolarda ne var ne yok?
Çeteler varsa yargı yetimiz yoktur, yaşanılan sıradanlıktır, hukuksuzluktur.
Henüz Susurluk kazası olmamıştı ama çürümenin kokuları bütün memleketi sardığı yıllardı, yani dün…Yani doksanlı yıllar, yani devletin içinde yuvalanmış devleti yöneten çeteler zamanı…
Sansürün kaldırışı nedeniyle Çetin Altan ile gazeteci Nilgün Cerrahoğlu’nun yaptığı söyleşi. 28 Temmuz 1996 günlü Milliyet gazetesinde yayımlanmıştı. Söyleşi de; Çetin Altan Türkiye Cumhuriyeti Devletini kastederek “…ben istiyorum ki Devlet çete olmaktan çıkıp hukuka otursun elli senedir yazıyorum. Hiç etkilenmiyor ama elli sene daha dursam gene yazarım” demişti. Hemen gazeteciler hakkında Türkiye Cumhuriyeti’ni neşren tahkir ve tezyif ettiklerinden dolayı (Mülga TCK 159) cezalandırılmaları isteğiyle dava açılmıştı.
Dava açıldığında devletin içindeki Susurluk Çetesi henüz kaza bile yapmamıştı… Buna rağmen çeteleri yazanlar, yorum yapanlar ve devleti eleştirenler hakkında dava açmayı tercih eden bir devlet vardı.
Devletin TERCİHİ Çetin Altan’ın söylediklerini araştırmak değildi…"Devlet içinde çete olmaz, her şey kanunlara uygundur diyenlerin hüküm sürdüğü ve devlet içinde çeteler var" diyenleri yargılayanların herkesi itaatkâr yapmaya çalıştığı dönemlerdi…
Yargılama sırasında C. Savcısı Mustafa Beyarslan beraat talep etmişti. Yargıçlar Başkan Yargıç Ali Güzel, Üye Yargıç Avni Metin, Üye Yargıç Özcan Sağlam’dan oluşan Bakırköy 2. Ağır Ceza Mahkemesi 20 Ocak 1997 tarihinde beraat kararı vermişti.[i]
Beraat kararına göre; “Düşünce açıklama ve eleştiri; demokrasinin ve uygarlığın gereğidir. Düşünce açıklama özgürlüğünün varlığı; çoğunluğun inandığı ve iktidarı kullananların dile getirdiği görüşlerin söylenebilmesiyle değil; bunlardan farklı belki de bunlara zıt görüş ve düşüncelerin de ifade edilebilmesiyle anlaşılır. Farklı düşüncelerin ve çok sesliliğin tahammül ve hoşgörü ile karşılanması; yanlışların düzeltilmesi ve toplumun daha ileri ve çağdaş çizgilere ulaşması yolunda bir adım teşkil eder. Hukuk devletinin hâkim olduğu demokratik bir toplum hayatının asıl teminatı; toplumun duyarlılığında ve yurttaşların bilinç ve iradesindedir. Bu ilkeler açısından bakıldığında; davada sözü edilen söyleşide konuşan Çetin Altan, topluma ve devlete dair iyileştirme dilekleriyle birlikte düşünce ve eleştirilerini belirtmekte, doğru bulmadığı tavır, görüş ve uygulamalara karşı tepkisini dile getirmektedir. Toplumun duyarlı olması, Devletin tamamıyla hukuka uygun işlemesi gereğini vurgulamaktadır. Hemen işaret edilmelidir ki; çok sesliliği kabul edince, tepki ve düşüncelerin ifade tarzlarında da farklılıklar olacağını kabul etmek gerekir. Dava konusu söyleşi metninin bütünü nazara alındığında; söyleşi yapılan kişinin düşüncelerini açıklaması ve doğru bulmadığı görüş ve uygulamalara karşı eleştiri ve tepkisini dile getirmesi niteliğinde olduğu kabul edilmiş ve iddia edilen suç kastı ile hareket edildiği sabit görülmemiştir.”
Yargı vardı, yargının yetisi vardı. Yargının gerekçesi vardı.
Bakırköy 2. Ağır Ceza Mahkemesi, 24 yıl önce “devletin hukuka oturması için” söylenen sözlerin suç değil ifade özgürlüğü olduğuna dair gerekçeli kararlarında dün Yargıçlar ne demişti?
“Hukuk devletinin hâkim olduğu demokratik bir toplum hayatının asıl teminatı; toplumun duyarlılığında ve yurttaşların bilinç ve iradesindedir.”
Bugün yargı sessiz ve sedasız …Toplum sessiz, olanları ve çetenin sair işlerini dizi dizi izliyor, dinliyor. Kendi kendine yargılıyor, yargının dışında.
Bekleyelim, göreceğiz. Devlet içindeki çeteleri çete liderlerinin açıklamalarını yayımlayan gazeteciler ve sosyal medyadaki insanların paylaşımları hakkında pek çok ceza davası açılacaktır şimdi ceza davası açmasalar bile…Yargı çalışmaya başlayacak. Üzerindeki ölü toprağı kalkacak, yargıya işaretleri yetecektir…
Herkesin yaşanan olaylar karşısında yargılama yetisi ve yargının yargılama gücü bilerek ve istenerek güçsüzleştirilmiştir. Yargı bu duruma razıdır ve ses çıkarmayan itaatkarlar sayesinde suskundur; susturulmuştur.
Önce insan hakları çürütülmeye başlanmıştır. Böylece temel hak ve özgürlüklerin ihlali, ifade özgürlüğünün ortadan kaldırılması hak ihlallerinin sistemli bir biçimde içselleştirilmesine neden olmuştur.
Herkes hak ihlallerine karşı yargılama yetisini yitirdiğinden haksız ve hukuksuz bir yaşam kanıksanmıştır. Her şey yasalara uygundur, yasala uymak gerektiğine olan inancın kökleşmesiyle kimse kimseden şikayetçi bile değildir artık… Etraf yasalara uyan insanların giderek emirlere itaat eden bireylerinden oluşan topluluklara dönüştürülmüştür. İstenen budur ve topluluklar suskunluğa itilmiş ve tepkisizlik insanların içine sinen bir eyleme döndürülmüştür.
Önce eleştirel düşünme yok edilecektir! Eleştiri için düşünce olmayınca ortalığa hâkim olan sessizliktir. Sessizlikte giderek kimse, kimse için düşünmemektedir. İstenen olmuştur ve artık kimse başkası için düşünmeyecektir. İtiraz eden yoktur, itiraza gerek de yoktur. Tartışma lüzumsuzdur. Tartışmak yerine “şimdi birlik ve beraberlik zamanıdır” diyerek azınlıkta kalanları ezen çoğunluğuna emanet “demokrasi” hukuksuzda olsa vardır.
Demokrasiyi var eden itirazlar, tartışmalar, karşı görüşler, düşünceler, fikirler ve temel insan hakları Anayasada yazılı olsa bile durum; zihniyet sorunudur.
Aklı tutulan insanların aklını ve vicdanını uyandırmadıkça; akıl ve yargı tutulması insanların kendilerini teslim ettikleri düzen ve rejim, yaşananlar ve sistem adına ne derseniz deyin “bugün” videolarla açıklanan geçmiş olayların suçluları ve işledikleri suçlar herkesi çileden çıkarıyor.
Düzene itaat edenler, itaatkarlardır!
Suç işleyen rejimlere karşı çıkanlar baskıya, zulme ve katliamlara karşı direnmişlerdir. Baskı dönemlerinde sessiz kalmak; pasif bir direniş olarak düzene itaatsizliğin tam karşıtı da olabilir, böylece işbirlikçi değilsinizdir en azından!
Hiçbir şey olmamış gibi devam eden bu düzene aklını ve vicdanını teslim eden sıradan insanlar; gelecekteki zorbalığın ve kötülüklerin araçları ve “geçmişteki gibi” suçların tetikçisi olursa kimse şaşırmasın. Yasalara uygun davranıyorlar, yasalara saygılılar ve kimden hangi emri ve ne talimat alıyorlarsa uyguluyorlar. Yarın bu sıradan insanlar bir nedenle yargılanırsa eğer; yasalara uydum, verilen talimatları uyguladım dediklerinde bu ahlakın sorumlusu kimdir ve yargılama yetimiz etik midir?
Yargı suskun ama bizim yargılama yetimiz gelecekteki yargılamaya yetebilecek midir?
Kanunsuz emri ve talimatları neden dinlediniz, neden yerine getirdiniz?
Bütün bu sıradan çeteleşmelerde hukuku zorbalıkla ortadan kaldırmayı yasalara ve emirlere uygun davrandıklarını söyleyenlere aklınız fikriniz yok muydu diye sorabilecek miyiz?
“Yasalara bağlı bir vatandaş olan Eichmann, iddia makamının kendisine yönelttiği suçlamaları reddederken, yaptığı her şeyin Nazi Almanya’sında geçerli olan yasalara uygun olduğunu da ısrarla vurgular. Öyle ya, bir kişi yaşadığı ülkenin pozitif hukukuna aykırı olmayan fiillerden ötürü nasıl olur da suçlu bulunabilir? Kaldı ki Alman halkının ezici bir çoğunluğu da itaat ederek, yapılanları görmezden gelerek veya açıkça destekleyerek Almanya’daki rejime rıza göstermemiş midir? Cinayet ve katliamın yasal meşruiyet veya örtük veya açık kamuoyu desteği kazandığı bir rejimde, iyi bir vatandaş olarak yukarıdan gelen emirlere uymayı da gerektirmez mi? “İşler artık böyle yürüyordu, bu toprakların yeni kanunu böyleydi, her şey Führer’in emirlerine dayanıyordu; düşünüyordu da, ne yaptıysa yasalara bağlı bir vatandaş olarak yapmıştı.” (Arent Hannah. Kötülüğün Sıradanlığı.sy 142) Üstelik yalnızca Hitler ve yakın çevresinin dayatmasıyla değil, toplumun ileri gelenlerinin destek ve onayıyla yürürlüğe konmamış mıydı azınlıkları sindirme ve imha planları?”[ii]
Tam bir fikirsizlik ve körleşme…
Yurttaşların karar verebileceği bir toplum için insanların vicdanları uyandırılmalıdır.
Aksi takdirde her şeyi yasalara uygun yaptıklarını söyleyerek savunma yapanların, vatan için çalıştıklarını, kurşun attıklarını ve atanları savunanların zihniyetine teslim edilmiş oluruz. O zaman bu toplulukların yurttaşları olarak aşağıdaki gibi yargının “gerekçeleri” okuruz; geçeriz, unuturuz. İşte o zamanda fikirsiz olmak, yasalara uymak her zaman mümkündür ve vicdanlarımız sıradanlaşabilir.
Ne gerekçeli kararlar gördük, yazılıdır ve geçmişte mahkûmiyetlere ve cezaların infazına neden olmuştur. Bu kararlardan birisinde yazılı olanlar, dün gibi neredeyse artık 2011 yılında verilmiş olan kararlar on yıl öncesinin ve hala varlar… Örnek mi?
“Hükümlü sanıkların birçoğu eylemlerini devlet adına verilen görev nedeni ile yaptıklarını ileri sürmüşlerdir. Devlet adına hareket ettikleri yolundaki savunmalarının dosyaya da yansıdığı gibi gerçeklerle alakası yoktur. Devlet adına operasyon görevi vermek yetkisi ilgi kurum ve kuruluşlara aittir. Ya da bu makamların gözetim ve denetiminde olabilir. Oysa çetenin faaliyetlerinden en çok rahatsız olan ve Susurluk’taki kazadan önce ve sonra çetenin ve faaliyetlerinin üzerine giden devletin ilgili kurumlarıdır. T.B.M.M bu durumdan rahatsız olarak T.B.M.M Susurluk Araştırma Komisyonu’nu kurmuştur. Başbakanlık, Teftiş Kurulu’nu harekete geçmiş, birçok tahkikatlar yapmıştır. İçişleri Bakanlığı teftiş Kurulları harekete geçmiş, birçok tahkikatlar yapmıştır. Bu araştırmalar, birçok görevli hakkında yasal işlem yapılmasını doğurmuştur. Ayrıca işgal ettiği makam ve mevki ne olursa olsun, hiçbir şahıs ve kurum Anayasa ve yasaların vermediği yetki ve görevi kullanamaz. Kullanırsa bunu devlet adını yapmış olamaz. Suç işlemiş olur. Bu da hem emir verenlerin hem de yasadışı emri yerine getirenlerin kişisel sorumluluklarını ve cezai takibata uğramalarını gerektirir.
Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin ve Yüce Türk Milletinin iç ve dış güvenliğinin katillere, uyuşturucu kaçakçılarına, kumarhane işletmecilerine emanet edilmesi, bunlardan medet umulması, affedilemez, kabul edilemez bir davranıştır. Bu nedenlerle hükümlü sanıkların devlet adına hareket ettikleri savunmaları tüm dosya kapsamına göre kendilerini suçtan ve cezadan kurtarmaya yönelik samimi olmayan gerçeklerle ve yasalarla bağdaşmayan savunmalar olarak görülmüş, itibar edilmemiştir.”[iii]
Dün var olanlar bu gün aynı savunmaları yapıyorlar…Demek ki varlar!
Dün TBMM’de Araştırma Komisyonu kurulabiliyordu, bugün kurulamıyor.
Dün teftiş kurulları vardı, artık var ama yok…
Dün devlet için de yuvalanmış çeteler vardı; bu gün?
Dün gerekçeli mahkeme kararlarında yazıldığı gibi devlet görevlileri eliyle devletin “iç ve dış güvenliğinin katillere, uyuşturucu kaçakçılarına, kumarhane işletmecilerine emanet edilmesi, bunlardan medet umulması, affedilemez, kabul edilemez” bir davranış olarak görülüyordu; suç sayılıyordu ve failleri çete olmaktan yargılandı, mahkûm edildi.
Mahkumiyetleri herkesin yargı yetisiydi; yargının da…
Bu gün ne var, ne yok?
Yargı yetisi mi, yargı mı, kanunlar mı?
Yoksa çeteler mi?
Hukukun üstünlüğü tehlike altındadır, yok olmak üzeredir. (Fİ/RT)
[i]. Güncel Hukuk, Mart 2006, Sayı 27. Bakırköy 2.Ağır Ceza Mahkemesi 1996/476 Esas, 1997/8 Karar ve 20.01.1997 tarihli beraat kararı.
[ii] Sezer, Devrim Yargı ve Etik. İtiraz, Tartışma, Demokrasi. Arendt’te Yargı Yetisinin Etik ve Politik Önemi. Cogito. YKY. Yargıya Felsefeyle Bakmak. Ocak 2016. Syf.112. -Bu yazıda yararlanılan kaynaktır F.İ-)
[iii] Ankara 11. Ağır Ceza Mahkemesi 2008/398 Esas, 2011/193 Karar ve 15.9.2011 tarihli karar. Sayfa 124-125