19 Ağustos'ta Özgür Gündem'de yayımladığı yazısında Aslı Erdoğan, 'öteki'ni nesnelleştirmek ve görünür hale getirmek yoluyla uygulanan tahakkümden bahsediyordu. 'Kürt Sorunu' kavramını yorumluyor ve Türk medyasındaki Afrikalı imgesine değiniyordu.
Pek televizyon izlemeyen bir insan olarak, Turkcell'in ne zamandır yayımlandığını bilmediğim yeni yurtdışı paketi reklamını bu yazıyı okumamın arkasından görmem bir rastlantıydı belki. Fakat zannedersem, Aslı Erdoğan'ın yazısını okumamış olsam bile, bu reklam beni şoke etmeye yeterdi. Neden hiçbir ses getirmediğine ayrıca şaşırdım bu nedenle.
Bilmeyenler için reklamı betimleyelim: Giyimleri 'Afrikalı' kabile üyelerinin geleneksel kıyafetlerinin klişeleştirilmiş bir türevinden oluşan 'Afrikalı'lar, iki dev kazanın içinde oturan tur rehberi ve turistlerden çorba yapıyorlar. Bazıları dev kaşıklarla çorbaları karıştırırken bazıları da karikatürize biçimde -baymış yüz ifadeleri ve hareketlerle- dans etmekte. İki turistten biri olan Şahan Gökbakar, kendisi Türkiye'yi aramak yerine çorba olmayı tercih etmekteyken tur rehberinin neden rahat rahat telefonda sohbet ettiğini anlayamıyor. Meğersem Turkcell'den süper bir yurtdışı paketi varmış. Reklam Şahan'ın kazanı karıştıran yamyama bone takmasını söylemesiyle bitiyor.
İnsan neye şaşıracağını bilemiyor. Bu reklamı hazırlayan ve yayımlayanların, bir başka halkın kültür ve inançlarını bu denli karikatürize etmeyi hak görmelerine mi? Bir başka ırkı eski püskü bayağı klişelerle aşağılamaktan çekinmemelerine mi? Kapitalizmin yamyamlarının Afrikalıları kemiklerine kadar yediklerinin nihayet ayan beyan görüldüğü bu dönemde böyle bir reklamın gösterilmesindeki vicdansızlığa mı?
Turkcell köy okuluna medeniyet götürüyor!
Daha sonra internette yaptığım araştırmada kısa zaman önce gördüğüm diğer bir Turkcell reklamıyla karşılaştım. Buz gibi bir 'Doğu' köyüne gitmiş genç ve tatlı Türk kadın öğretmen, sınıfında soba yakmaya çalışıyor; sobayı yakamayınca annesini arıyor ve ondan öğreniyor. Sonra sınıfına soruyor: Soba yakmak için ne yapıyoruz? Bir Kürt kız çocuğu 'şirin' şivesiyle cevap veriyor: Anamızı cep telefonundan arıyoruz. Son iki kare ise tüm albenileriyle kameraya gülen iki Kürt kız çocuğu ve karlar içerisindeki okul. Kamera karlı okul manzarasında geriye doğru giderken öğretmen konuşuyor: Bir köy öğretmeni için çeken bir telefon gerçekten hayat demekmiş.
Bu reklam, ilki gibi aniden sarsmıyor insanı. Bu nedenle de çok daha tehlikeli aslında. Size dayatılan tüm imge ve duyguları fark etmeden alıyorsunuz. İki Dil Bir Bavul filmine gönderme yapılmış fakat bu reklamda öğrencilerin Türkçeyi anlamakta bir sorunları yok. Reklamdaki fiziksel koşullar, bomboş karlı bir arazinin ortasındaki okul, paltoyla oturan çocuklar birer egzotik imge olarak kullanılmış. Reklama 'renk' katıyorlar. Fakat bu kadarla da bitmiyor. Bu zorlu şartların içinde öğretmen laptop'unu çıkarıyor ve Turkcell Vınn'la internete bağlanarak öğrencilerine belgesel izletiyor. Turkcell köy okuluna teknoloji götürüyor, medeniyet götürüyor!
Sınıf sobalı olsa ne olur, Turkcell Vınn'ları var ya. Son karenin okul olmasıysa ayrıca manidar: karlar içindeki köy okuluna bakıyoruz, duygulanıyoruz, içimiz ısınıyor. Televizyon reklamlarında 'şirin' çocukların reklamın içeriğinden tümüyle bağımsız bir şekilde devamlı kullanılmalarında Turkcell yıllar önce sınırı aşmıştı zaten; bir okula duygulandık diye kızacak mıyız şimdi!
İki reklamda da benzer mekanizmalar kullanılıyor: Sınırlı sayıda klişeyle birkaç dakika içerisinde sınırları belli, yüzeysel bir imge çiziliyor ve 'öteki,' bu imgeye hapsediliyor. Bu imge yamyamlık da olabilir, şirinlik ve masumluk da. Özne olamadıktan sonra çok da fark etmiyor.
Daha az yamyam bir operatör var mı?
Turkcell'in 'Kürt Sorunu'na tümüyle tek boyutlu vicdan ve fakirlik temalarıyla yaklaşan bu reklamının olumlu bir amaca hizmet ettiğini kimse bana iddia etmesin. Afrikalılara acıyoruz, SMS gönderiyoruz. Kürt çocuklara acıyoruz, Turkcell tarifesi satın alıyoruz. Elbette Afrika'ya yardım göndermek için SMS atmakta yanlış bir şey yok; ben sadece ortadaki ironiyi gösteriyorum. Bilmem kaç katını saçma sapan şeylere harcadığımız 5 lirayı Afrika'ya gönderince vicdanımız öyle bir rahatlıyor ki, rahatça iftarımızı açıyoruz, kebapları huzurla götürüyoruz.
Peki ne yapmalı? Tüm yamyamlıkların yardım paketi tabağında sunulduğu bu devirde, daha az yamyam bir operatör olup olmadığını araştırmak yeterli mi? Kendimizi özne olarak kurgulayamıyoruz ki izlediğimiz reklamların, programların bize ezberlettiği klişeleri fark edebilelim... Kendimizi bir savaşta vurulmaya çalışılan hedef gibi hissetmeden toplumsal alanda var olabilelim.
Çünkü asıl ironi şurada: Öteki'ni üç beş simgeye sığdıran zihniyet, gerçekte bizi de o üç beş simgenin algısına sığdırıyor. Kendi zihninde bizi hapsediyor. On ikiden vurup hedef kitlenin göbeğine indirdi mi oh! Ben senin yerine düşünürüm; ben senin yerine algılarım. Biz de zahmet etmemiş oluyoruz böylelikle; bütün gün el âlem için çalışıp akşam zor bela televizyonun başına oturduğunda kim düşünmek ister ki? (ZO/IC)