“Kabataş olayı” skandalı mübalağa sanatına başvurmaktan kaçınmazsak eğer, iktidar medyasının mahir çabasıyla neredeyse “Allah’ın yokluğu da tıpkı varlığı gibi kanıtlanamaz” tartışmasına dönüştürüldü. İktidar medyası yazarları arasında ne filozoflar, ne kadın hakları aktivistleri, ne pro-feminist erkek yazarlar varmış da haberimiz yokmuş. Örneğin Star gazetesi yazarı Halime Kökçe, “...Mezkur görüntüler Zehra’nın anlattıklarını doğrulamadığı gibi yalanlamıyor da” diye yazıyordu 16 Şubat tarihli köşesinde.
Kadına yönelik şiddet vak’asında delil aramanın zalimliğinden dem vuruyor, bu kitlesel saldırı iddiasının yalan olduğunun yadsınamaz bir hakikat olarak ortaya dökülüşüne bigane kalmayan, yalanın hesabını soran herkesi sosyal medya saldırganına irca edip “gözü dönmüş güruh”a diye sınıflandırıyordu. O ve daha birçok iktidar medyası mensubunun öne sürdüğü envai çeşit fikrin buluştuğu önerme şuydu: “Güvenlik kamerası görüntüleri bir şey ifade etmez, etse de bunun bütüncül bir anlamı olamaz, kadının beyanı esastır.”
Ancak görüntülerin yayınlandığı günden itibaren teyakkuza geçen yazarlar şunu unutmuşa benziyorlar: Aylar önce, olayın vuku bulduğunun söylendiği günlerde, “görüntüler var izledim” kesinliğiyle tartışmayı “kanıt” perspektifine mahkum edenler kendileriydi. Yalanın, sökün edildiği bugün sert eleştirilere maruz kalması ve bunu hak etmesi bundan. Evet, kimilerinin söylediği gibi “görüntüler çok flu”; ama açıklıkla görülen şu: O gün o saatte orada olağan yaya trafiği dışında bir şey olmuyor.
Güvenlik kamerasının görüntüleri flu olsa da akışın bozulmadan sürdüğü apaçık görülüyor. Eğer bir polis bir sivili vuruyor olmasaydı, Ethem Sarısülük’ün öldürülme anının görüntüleri de göze flu görünecekti. “Kabataş yalanı” kıratındaki bir başka skandal da Dolmabahçe Camii’nde içki içildiği, ölçüsüz hareketlerle caminin kutsallığına leke düşürüldüğü yalanı. İktidarıyla, bürokrasisiyle, muhafazakar kesimlerin münhasıran kendilerine ait saydıkları bir mekana, camiye, direnişçilerin sığınması içe sindirilecek gibi değildi. Muhafazakarlığın alamet-i farikası olduğu iddiasındaki bir iktidarın kolluk kuvvetlerinin Beşiktaş’a sürdüğü bir grup genç insan, reddetmeleri gereken bir yere sığınıyorlar! Olacak iş değil. Bunu mutlaka kirletmeleri gerekiyordu.
Bu iki çarpıcı örnek üzerinde Haziran’dan bu yana çok yazıldı çizildi. Geriye söyleyecek şey kalmadı. Ancak belki şu var; Dolmabahçe ve Kabataş örnekleri kaynağında hükümet yetkililerinin ve Başbakan Erdoğan’ın olduğu bir işbirliğini karakterize ediyor. Meydanlardan camide içki içildiğini, başörtülü bacılarına saldırıldığını haykıran ve esasen bunların doğru olup olmadıklarıyla ilgilenmeyen Başbakan partisinin grup toplantısında dün (18.02.2014) şöyle söylüyordu:
“... Ortada ifade tutanağı, adli tıp raporu, linç edilmiş bir kadın, darp edilmiş bir bebek var, bunlar çıkmışlar olayın nasıl olmadığını ispat etmeye çalışıyorlar. Vicdan, vicdan, vicdan. Eğer o kadıncağız başörtülü olmasaydı, bu linç olur muydu? Dün başörtüsüne furuat diyenler, bugün başörtülü bir kadın üzerinden başörtüsü düşmanlığını sürdürüyorlar.”
“Kadın başörtülü olmasaydı linç olur muydu?” sorusunun içerdiği ima hükümet temsilcilerinin taraftarlarına açılan kurgu ve yanıltma yoluna bir patika daha açıyor. Çünkü kendini tüketen ve çürütülen yalana bir eşik atlatılmak zorunda. O eşiğe yolu açan “başörtülü olduğu için linç edildi, öyle linç edilmese böyle linç edildi” önermesini dün akşam CNNTürk’te Yeni Şafak yazarı Abdülkadir Selvi “Kimse Gezi’de gözü çıkanlara ‘hani nerede görüntünüz’ demedi, Kabataş için dedi” cümlesiyle takip etti.
Dolayısıyla, bütün bunlarda şaşırılacak bir şey yok. Karşımızdakiler düşük ahlakları dolayısıyla saçma yalanlara sarılan, biri olmayınca diğerini ortaya atan bir grup yetki ve etki sahibi insan değil. Yalan bu bağlamda, iktidarın bir fonksiyonu. Sarsılan hegemonyayı dengelemek için toplumun farklı kesimleri arasındaki çatışma duygusunu canlı tutacak bir yalanı tüketilinceye kadar kucağımıza atan, tükendiği anda ona yeni bir ivme kazandıran bir eşgüdümü düşünmeliyiz: Gerçeği yalana dönüştürmeye ve yalanı gerçek kılmaya özgülenmiş bir işbirliğine kendilerini kaptıranların böyle yapmaları sırf yalana duydukları eğilimle değil, “Gezi”nin çoklu gerçekliğinin doğurduğu olağanüstü çoğulculuğun, bizzat isyanın kendisinden üreyen aşkınlığın gerçek olabileceğine, isyanın insanı insanlaştıracağına dair hiçbir görgüye ve inanca sahip olmayışlarıyla ilgili.
Öte dünya inançları ne olursa olsun insanları “insanlık onuru” için başkaldırı çevresinde birleştiren Gezi isyanının gerçeği onlara o kadar gerçeküstü görünüyor olmalıydı ki, o gerçeküstülüğü bir an önce Türkiye’nin bildik İslamcı-laik kutuplaşmasına indirgeyeceğine inanılan bir yalan onlara gerçekten daha gerçek göründü. Yalanların çevresinde hiçbir gerçeğe referans veremeyen bu kadar çok “görgü tanığı” yığılması, ancak “kargaşa”dan duyulan derin tedirginlik ve düzenin yeniden tesisine duyulan hasretle ilişkilendirilebilir: Her şeyi eski haline döndürecek bir kritik etki umudundan başka bir şeyi kalmayanlar, tıpkı susuzluktan kavrulan yolcunun çölde serap görmesi gibi, isyanı sıradan bir saldırganlığa irca edecek yalanlara yüzlerini döndüler. O an, isyanın düzen güçlerince sona erdirilişinin meşruiyetini zihinlerinde kurmalarına elveriyor olması yetiyordu. Onları eski gerçeğe iade ettiği ölçüde yalan, onlara yalan olamayacak kadar gerçek görünmüştü.
Ne var ki, Gezi İsyanı, sadece gerçeği değil, insanların gerçek üzerine düşünme biçimlerini de değiştirdi. Kabataş Gerçekleri’nin, çevresinde süre giden tartışma bir kere daha gösteriyor: İsyan, onu taşıyanı kendisine yaklaştırdığı ölçüde yalandan uzaklaştırıyor. (NZ/EKN)