Berfo Ana oğlunun yokluğunu, öldürüldüğünü yeni öğrenmedi oysa TBMM İnsan Haklarını İnceleme Komisyonu Başkanı Zafer Üskül, oğlunun işkencede öldüğüne 30 yıl sonra kanaat getirdi.
Bir insan; bir çocuğa bir ömür biçerken: Bir anne; bir ömür kaybetti bugün...
Savaşlar, ancak bellek yitimlerinde kendilerini unuttururken, bir savaş belirtecindeki ilk tepki "anımsama" izleğiyle oluyor oysa...
Günümüz dili "yaban" olmak üzerinden işliyor. Önce sokaklarla başlar yabancı olma hali ya da başka bir deyimle "Fransız olma hali". Bir alışkanlık gibi yerken tırnaklarını insan, tırnaklarımıza bile yabancılaşırız, yabancılaşırız:
Her gün masamıza çay bırakan "çay makineleri"ne; eğlenceye dönüştürülen lunapark görünümlü çocuk bedenlerine; aile kurumları ile imzalı referanslı sevgi şiddetine; huzurevleri ile mutlu bir yuva tasvirli çekirdek aile güzellemelerine; esirgemek adına çocuğu binalara terk eden kurumlara; milli bir eğitimle kimliğin ve militarizmin içinde kaybolan çocuklara; varlığın ve yokluğun armağan edilmesi tehdidiyle koşullu sevgiye; devlet politikalarıyla hiçbir bağı olmadığına kendimizi inandırdığımız sokaklara, okullara, kışlalara, hastanelere...
Sonraysa her yerde akar gider bu yaratık'lığımız. Bir insanın neden ağladığının, neden güldüğünün, neden bağırdığının, neden sustuğunun bir önemi var mıdır ki? Çünkü hala aynada gördüğümüz yüz soyut bir gerçekten ibaret...
Şimdi gerçekten "kutsal mitlerin ışığında" bir toplum olduğumuza inanalım mı?
Modern hayatın karşıladığı yüzleriyle; birey özne olmadan önce yabancı olur; önce kendine yabancı yapılır sonra kendi varlığını ispat etmesi için aynalarla aldatılır. Sokakta yürüyen neredeyse herkesin vitrin olarak gördüğü oysa yakışıklı ve güzel kavramlarımızı pekiştirmemiz için göz ucuyla ilişilen cam'mekanlardır gördüğümüz. Bir toplum değildir arkada akan kalabalık: Bize sunulan her şey ne zamandır bizden koparılmıştır.
Tüm hayatımız, iktidarın aygıtlarıyla ve elbette ki dil'le sürekli olarak zorunlu yazgılar haline getiriliyor. Yabancılaşan bir toplumun düştüğünü görüyoruz her gün, düşerken kutsal mitlerine özlemler duyarak hem de. Toplumsuzlaşma; toplum olamama halimizin ilk tehdididir ki sürekli bütünlüğü tam bir toplum olarak anılır adımız. Oysa insana gerek yoktur kabinlerde: Kendini bir kırık yasada görme telaşına... Kentin ve kendi yasalarımızın duvarları arasına hapsedilip körlüğe, yıkıntıya, ölüme ve şiddete alışan bir toplum olmayan yabancılarız.
Çünkü yabancılaşma toplumların kendilerine ters düşmeleridir, kendilerine yabancı olmalarıdır, kendilerine yabancı hale getirilmeleridir. Tüketilen bir toplumun tüketim nesnelerinin sınırı yoktur ve artık herkes yabancı, herkes bir başkasıdır ve "ben" uzun yolculuklarda sahnelenen melodramdır.
Şimdi ortak yazgılarımızla kırsak dilimizi: Bellek travması geçiren bir kalabalığız çünkü. Dünü bir tarihsellikle anımsayarak, sadece "kötü bir tesadüf" gibi hatırlayabildiğimiz bir zaman kaymasındayız...
Savaşlara, yıkıntıya, ölüme ama en çok da yanı başımızdaki insanın acısına bu kadar yabancılaşmışken Cumartesi Anneleri 316.haftada da toplum olmayı ne zamandır unutmuş bir kalabalığa kayıplarımızı ve ayıplarımızı anlattılar: Bir insanı 30 yıl beklemek mi daha acı, öldürüldüğünü 30 yıl sonra öğrenmek mi?
Bir anneye, çocuğunu öldürdüğümüzü 30 yıl sonra itiraf eden bir toplumuz, peki ya ölen oğlunun bedenin nerede olduğunu soran bir anneye ne zaman hesap verir bu toplum?
Sadece "birisi" olarak özür dilerim Berfo Ana oğlunu bunca yıl dosyalarda unuttuğumuz için...(EÖ)