Vietnam Savaşı'na (ya da Vietnamlıların tabiriyle Amerikan Savaşı'na) karşı yürütülen muhalefetin, 20. yüzyılın ikinci yarısına damgasını vurmuş bir savaş karşıtı mücadele olduğuna herhalde kimsenin itirazı olamaz. Tam da bu nedenle ve teşbihte hata olmaz deyişine sığınarak, Vietnam Savaşı sırasında gelişen savaş karşıtı hareketle başka siyasal ve tarihsel bağlamlarda gündeme gelen ya da gelebilecek barış hareketleri arasında mukayeselere girişmenin pekâlâ faydaları olabilir. Dolayısıyla bu kısa yazı, Türkiye'de on yıllardır süren ve muhtemelen yeni bir evresine girdiğimiz savaş karşısında geliştirmekle yükümlü olduğumuz barış hareketini Vietnam örneğiyle birlikte ele almaya, tartışmaya çalışıyor.
ABD'de Vietnam Savaşı'nı engellemeye dönük toplumsal muhalefet ve mücadelelerin yarattığı siyasal etki, yani savaş sonrasında Amerikan toplumunun yeni askeri emperyal maceralara karşı duyduğu çekince, genelde "Vietnam sendromu" başlığı altında tarif ediliyor. Vietnam sendromu bu anlamda, Amerikan devletinin bir savaş yürütebilme kabiliyetinin zayıflaması, toplumsal direniş ve muhalefet karşısında akamete uğraması olarak da tanımlanabilir. Vietnam'la oluşan toplumsal tepkinin savaş aygıtını paralize ettiği Vietnam sendromu örneğini ele almak, savaş karşıtı hareketin günümüzde oynayabileceği rol bakımından önem taşıyor.
ABD'nin Vietnam savaşındaki yenilgisi ve bu yenilginin yol açtığı "sendrom", birbirini tamamlayan üç faktörün etkisiyle meydana gelmişti. Bunlar, Vietnam'daki silahlı direniş, hem Amerika'da hem de dünyanın belli başlı çoğu ülkesinde savaşa karşı oluşan toplumsal muhalefet ve bizzat Amerikan ordusu içerisindeki huzursuzluk ya da sessiz direnişti.
Bu üç etmenin bileşimi, ABD savaş aygıtını işlemez kılmakta başarılı olmuştu. İşte Vietnam sendromu da, daha çok bu son iki etmeni ifade eden bir kavram. Bu anlamda "Vietnam sendromu", ABD askeri gücünü 1973'ten 1989 Panama müdahalesine kadar neredeyse 15 yıl paralize eden belki de en önemli faktördü. Uzun süreli bir emperyal askeri maceranın ABD toplumunda yaratacağı huzursuzluk, açığa çıkarabileceği toplumsal muhalefet ve dünyada da bir hegemon güç olarak ABD'nin meşruiyetini sarsma ihtimali, Amerika'nın askeri müdahale gücünü önemli ölçüde kısmaktaydı. 1
1989'da Noriega rejimine karşı gerçekleşen Panama müdahalesi ve özellikle de 1991 yılındaki Körfez Savaşı ile birlikte ABD, Vietnam sendromunun üstesinden geldiği, savaş karşıtı tepki ve muhalefeti paralize edebildiği yeni bir emperyal yayılma devresine girdi. Bundan sonra, 11 Eylül sonrasında tavan yapacak yeni Amerikan müdahaleciliği devrinin, yeni emperyal/militarist hamlenin hikâyesini hepimiz biliyoruz...
Türkiye'ye dönelim. Türkiye'de fasılalarla yıllardır sürmekte olan "savaş" karşısında etkili, toplum nezdinde görünür, kitlesel bir barış hareketinin yaratamamış oluşumuz savaş aygıtını işleyemez hale getirecek, onun toplumsal meşruiyetini zayıflatabilecek bir "Vietnam sendromunun" oluşma ihtimalini zayıflatıyor. Oysa ülkede son zamanlarda bilhassa asker cenazelerinde giderek daha sık bir biçimde belli belirsiz ifade edilen kimi tepkilerin ortaya koyduğu üzere, siyasal dilini henüz bulamamış bir "savaş yorgunluğu" halet-i ruhiyesinin mevcut olduğu pekâlâ söylenebilir. Savaşın anlamsızca uzayıp gitmesinin yarattığı acılar, aslında geniş bir barış hareketinin inşa edilebilmesinin imkânlarının varolduğunu ortaya koyuyor. Oysa milliyetçi hezeyan karşısında toplumsal bir bariyer oluşturacak, Kürtlerin meşru taleplerini Batı kamuoyu nezdinde önce anlaşılır, sonra da sahiplenilir kılabilecek ve savaşın bitmesi, silahların susması için basınç oluşturacak bir savaş karşıtı hareketin eksikliği, Kürt meselesinin tabir caizse "sünmesinde" ve savaş halinin devamında belirleyici oluyor.
Savaş tercihinin siyasal anlamda "maliyeti ağır" bir seçenek haline gelmesi, ancak birleşik (yani farklı politik kaygılardan hareket etseler de barışa dönük acil-yakıcı-somut birkaç talep etrafında ortaklaşabilecek kesimleri seferber edebilecek) bir barış hareketinin yaratılmasıyla mümkün. Dostlar alışverişte görsün kabilinden arada bir gerçekleştirilen ve herkesin kendi bayrağını sallamayı ve kendi sloganlarını atmayı görev bildiği eylemler değil, belli bir sürekliliği olan, üzerinde uzlaşılabilecek birkaç taleplik bir hattı ortaya koyan bir kampanyalar bütününe, barış eksenli bir birleşik eylem zeminine ihtiyaç var.
Savaş karşıtı hareket, çoğu kez sanıldığı gibi protesto gösterileri ve kampanyalardan, sivil itaatsizlik eylemlerinden ibaret değil. Hareket savaştan doğrudan doğruya etkilenenleri yani askerleri, asker adaylarını ve asker ailelerini içerebildikçe toplumsallaşır, derinleşir. Bu hususta da Vietnam örneğine geri dönmekte fayda var. Bu dönemde cephedeki askerlerin kolektif ve daha sessiz, "gündelik" direniş yöntemleri, Vietnam'da Amerikan savaş aygıtını yavaşlatan ve etkisiz bırakan önemli bir faktördü. Ordu içindeki radikalizm, Vietnam sendromunun önemli bir bileşeniydi. Vietnam Savaşı sırasında ordunun motivasyonunun kaybolması, savaşın gayrimeşruluğuna dair görüşlerin askerler arasında yaygınlaşması, ordu içerisindeki disiplini önemli ölçüde bozan bir etken olmuştu. Asker ailelerinin ve Vietnam gazilerinin yarattığı savaş karşıtı örgütlenmeler de savaşın askerlere sahip çıkma üzerinden savunulan meşruiyetinin sarsılmasında ciddi etkisi olmuştu (Doğumgünü 4 Temmuz filmini hatırlayalım). Madalyalarını savaşın manasızlığını ifade etmek için atan ya da iade eden sakat kalmış eski askerler görüntüsü, barış mücadelesinin belki de en etkileyici yönüydü.
Benzer bir durum son Irak Savaşı sırasında da gündeme gelmiş, Iraq Veterans Against the War yahut Veterans for Peace gibi örgütlenmeler barış hareketinde bir hayli aktif konum almıştı. Asker ailelerinin muhalefetiyse (Cindy Sheehan figürü hatırlardadır) savaşın meşruiyetini sorgulamada oldukça etkili olmuştu. Mesela Britanya'da Military Families Against the War ya da ABD'deki Military Families Speak Out gibi asker aileleri örgütlenmelerinin hedefi, Irak'taki savaşın gerçek nedenleri hakkında kamusal bir soruşturma açılması ve askerlerin ölmesinin ya da yaralanmasının sorumlularının açığa çıkarılmasıydı.
Türkiye'de geniş katılımlı bir savaş karşıtı hareketin önemli bir bileşeni olabilecek ve savaşın insan kaynaklarının kurutulmasında etkili böylesi örgütlenmelere sahip değiliz. Aslında, yukarıda da değinildiği üzere, hele hele son zamanlarda, savaşın sürmesine tepkilerini bir biçimde ifade etmeye çalışan, yakınlarının ölümünü milliyetçi kalıplarla açıklamakla yetinmeyen, yetinmek istemeyen insanların tepkilerine şahit olduk, oluyoruz. Alttan alta genç insanların bu savaşta neden kaybedildiğine dair bir hayıflanma, hatta sorgulama yayılıyor. Kayıplar ya da askerlik süresince erlerin uğradığı kötü muamele daha fazla sorgulanıyor, eleştiriliyor. Genelkurmay tam da bu gizli, henüz açığa çıkmamış, daha kendi dilini bulamamış "muhalefetle" karşı karşıya geldiği için "bölgede" giderek daha fazla profesyonel kuvvetlerle iş görmeyi amaçlıyor. Tam da bu sessiz, bu dilsiz ve gizli "muhalefeti" açığa çıkarmak, kışkırtmak, ona siyasal bir dil vermek gerekiyor.
Savaş aygıtını işlemez kılmanın yolu yerli bir Vietnam sendromu yaratabilmekten geçiyor. Bunun için de Batı bölgelerinde geniş toplumsal kesimleri seferber edebilecek, uzayıp giden savaşın yarattığı yorgunluk ve huzursuzluğa siyasal ifade kanalları oluşturmak gerekiyor. "Sen ben bizim oğlan/kız" solculardan ibaret olmayacak, anlaşılır ve makul bir talepler zemininde daha geniş kesimleri harekete geçirebilecek kapsayıcı bir barış hareketi acil bir ihtiyaç. Barışın bizim de meselemiz olduğu, barışın ancak solun birleşik bir savaş karşıtı muhalefet kışkırtabilmesi ve inşa edebilmesiyle gerçek bir seçenek haline gelebileceğini unutmamalıyız. Aslında söylemeye gerek olmamalı ama barış, ara sıra gündeme gelen "açılımlara", egemenlerin kaprislerine, hele hele devlet aklına bırakılamayacak kadar ciddi bir iş. (FB/HK)