İstanbul'dan Ho Çi Min'e
Gece 11’de İstanbul Havalimanı’nın yolunu tutuyoruz. Sabah 2’de Ho Çi Min (Ho Chi Minh) seferimiz var, oradan da Vietnam’ın iç hatlarına geçip Hanoi şehrine uçacağız. Meslektaşım ve arkadaşım Nurşen Gürboğa ile birlikte Vietnam’a bir araştırma projesinde çalışmak üzere gidiyoruz. Heyecanlıyız ama nelerle karşılaşacağımızı pek kestiremiyoruz. Yerinde görüp alışacağız. İnsanın canını okuyan Türkiye gündeminden biraz olsun uzaklaşmak, nefeslenmek için bir fırsat en azından.
Hadi ayağımıza kuvvet! Giriş kapısında başlayıp biniş kapısında son bulan parkurda İstanbul Havalimanı Zorunlu Maratonunu da tamamlayıp uçağımıza yerleşiyoruz.
Uçuşu koltuğun arkasındaki ekranda harita üzerinden takip etmeyi severim. Hangi ülkeler ve şehirler üzerinden geçiyoruz, bu altta kıvrılan nehrin adı ne, şu dağlar hangi dağlar? Bu zamana kadar bindiğim uçaklarda rota çoğunlukla kuzeye bazen batıya bazen de güneye yönelmişti. İlk defa uçak dosdoğru doğuya, güneşin çıktığı yöne doğru yol alıyor! Önce boydan boya Anadolu’yu, sonra Kafkas dağlarını ve İran platosunu geçiyoruz. Himalaya Dağlarını solumuza alarak Pakistan ve Hindistan üzerinden ilerliyoruz. Avrasya kıtası uçağımızın altından yavaşça kayıp gidiyor, uçağımızın burnu önünde kıtanın kenarı, Vietnam sahilleri beliriyor. Her uçağa binişimde Dünya’mızın aslında ne kadar da küçük ve narin olduğunu yeniden anımsıyorum.
Uçuş 10 saate yakın sürüyor. Biraz yürümek için kalktığımda uçağın arkasında hosteslerle biraz sohbet etme imkanı yakalıyorum. Hosteslik zor bir meslek. Yaptıkları işin en güç yanı nedir, hangi zorluklarla karşılaşıyorlar, bunu soruyorum. Uzun süren uçuşlar yorucu oluyor diyorlar, çekilip 1-2 saat uyuyabildikleri küçük bir bölme varmış, sırayla orada dinleniyorlar. Çok şiddetli türbülanslarda yaralanma vakaları olabiliyormuş. Gerçekten, türbülans uçuş sırasında sıkça meydana gelen bir olay. Bizim uçuşta da Kafkasya üzerinde, bir de Hindistan’ı geçerken uçak epey şiddetli sallanıyor.
Kıta kenarına gittikçe yaklaşıyoruz. Varış noktamız orası, adını ünlü Vietnam devrimcisi Ho Çi Min’den alan kent. Doğumdaki adı Nguyễn Tất Thành olan, sonra Hồ Chí Minh[1] adıyla tanınan (Vietnamca “ışığa kavuşturan” anlamına geliyor) Komünist önder, Vietnamlıların önce Japonya’ya, sonra Fransa’ya, son olarak da ABD’ye karşı bağımsızlık mücadelesine önderlik etmiş. Halk onu sevgiyle “Ho Amca” diye anmış. Sömürgecilere karşı 30 yıl süren savaşın zaferle bittiği, iki parçaya bölünmüş olan Vietnam’ın birleştiği günü görmeye ömrü yetmemiş ne yazık ki, 1969’da vefat etmiş. Ho Amca sevgisi Vietnam’da bugün de hiç eksilmeden devam ediyor.
Ho Çi Min’den Hanoi’ya
İndiğimizde nemli, bunaltıcı bir havanın kucağına düşüyoruz. Serin İstanbul’dan sonra burası epey sıcak geliyor. İç hatlara geçmemiz lazım, yolumuzu İngilizce tabelalardan, tam emin olamadığımızda da sora sora buluyoruz. Vietnamlılar sakin, telaşsız hatta soğukkanlı insanlar, ilk izlenimimiz bu. Yabancıları memnun etme, onlara şirin görünme gibi bir kaygıları yok. Ama asık suratlı da değiller, sen gülümsersen onlar da gülümsüyor. Yardımcı olmaya çalışıyorlar, yardımsız bırakmıyorlar. Soru sorduğumuz Vietnamlıların kimisi İngilizce bilmiyor, İngilizce konuşanlar da sözcükleri alışkın olmadığımız bir telaffuzla söylüyor, bundan dolayı anlaşmakta biraz zorlanıyoruz.
Vietnam Havayollarının logosu turkuaz yeşili fonda altın lotus çiçeği şeklinde. Göz okşayan turkuaz yeşili uçağın içinde de kullanılmış, koltuklar ve hosteslerin geleneksel Vietnam tarzındaki uzun giysileri bu renkte. Yolcular uçağa çok tertipli bir şekilde yerleşiyor. Hostlar kabin bagajlarımızı elimizden kapıp hızlıca dolaplara koyuyorlar. Hanoi uçuşu 2 saat sürüyor. Güzel ve sade yemek ikram ediyorlar: tuzsuz pilav, yanında sebze yemeği, nane yeşili renginde bir kek dilimi. (Ho Çi Min. Kaynak: https://commons.wikimedia.org)
Güneydeki Ho Çi Min kentinden kalkan uçağımız ‘s’ harfi şeklinde kıvrılan ince uzun ülkeyi boydan boya geçerek kuzeydeki başkent Hanoi’ya varıyor. Ho Çi Min ile Hanoi, İstanbul ile Ankara gibi. Okyanus kıyısında, Mekong nehri deltasında yer alan Ho Çi Min kenti (eski adıyla Saigon, eskiden Fransız Hindiçin sömürge idaresi merkezi), 10 milyon nüfusuyla Vietnam’ın en kalabalık şehri ve ülke ekonomisinin kalbi; modern ve cıvıl cıvıl. Çok genç bir kent, sadece 250 yıllık bir geçmişi var. 6,5 milyon nüfuslu başkent Hanoi, okyanus kıyısından 90 km içeride, Kızıl Nehir üzerinde yer alıyor; MÖ 3. yüzyıla uzanan tarihiyle biraz mağrur, Ho Çi Min kentine kıyasla daha geleneksel ve mütevazı.
Vietnamlılar ülkelerinin haritadaki zarif kıvrımlı siluetini ejderhaya benzetiyormuş; gerçekten benziyor. Ejder, Vietnam kültürünün çok eski ve önemli sembollerinden; gücü, asaleti, refahı ve yağmuru simgeliyor. Vietnam folklorunda Viet halkının ejder atadan ve kuş perisi anadan türediğine dair bir efsane var. İlginç bir ayrıntı: okuduğum kaynaklara göre, ejder sembolü Uzak Doğu’nun geneline özgü olsa da Vietnam ejderinin diğer halkların ejderlerine göre daha mülayim görüntüsü varmış. Üstelik daha demokratikmiş Vietlerin folklorik atası; örneğin Çin kültüründe sadece yönetici sınıflara mahsus olan ejder motifi Vietnam sanatında bütün toplumsal tabakalar tarafından kullanılmış.
Hanoi’da kalacağımız yere vardığımızda 30. katlı yüksek bina ile karşılaşıyoruz. Tuttuğumuz daire 20. katındaymış. Girişteki resepsiyonda oturan delikanlı İngilizce anlamıyor, bize şaşkınlıkla bakıyor, telaşlanıyor. Ev sahibimiz asansör kartını resepsiyondan alacağımızı yazmıştı ama belli ki delikanlının bundan haberi yok. Saat artık gece yarısı olmuş, yorgun ve şaşkınız. Ev sahibi ile yazışmalarımızı delikanlıya göstererek güç bela anlaşıyoruz, bizi yukarı çıkartıyor. Resepsiyonda olması gereken asansör kartını mutfak masasının üstünde buluyoruz. Bir blog yazısında okuduklarımı hatırlıyorum, Vietnamlılar yapılacak işleri unutuveriyorlar ve bunu hiç dert etmiyorlar diyordu. Vietnam’a hoş geldik!
Vietnam’da birinci günümüz
Ertesi gün çevreyi keşfe çıkıyoruz. Hava kapalı ve ılık, +26 derece. Bizim giysiler hafif ama karşılaştığımız Vietnamlıların çoğu montlu, kazaklı. Demek ki bize ılık gelen bu hava onlara serin geliyor. Binamızın yüksekliği bizi şaşırtıyor. Meğer farkında olmadan rezidans tarzı bir konutta daire tutmuşuz. Şehrin başka yerlerinde de böyle çok katlı konut kümeleri dikkatimizi çekiyor. Göğe uzanıp giden binamıza baktığımızda aklımıza gelen ilk düşünce, “Böyle yüksek binalar yaptıklarına göre, herhalde burada deprem olmuyordur?” Depreme, daha doğrusu depremden sonra yaşanabileceklere dair korku, kaygı ve endişe o kadar içimize sinmiş ki…
Sokakta ilerlemeye başlıyoruz. İlk göze ve kulağa çarpan şey, yollardaki binlerce motosikletin vızır vızır geçişi ve gürültüsü. Arı sürüsü gibiler, yollara zar zor sığarak, arabaların, otobüslerin üzerlerinden taşarak gidiyorlar. Kırmızı ışıkta bulut gibi birikip yeşil yandığında caddeye tsunami misali vuruyorlar. Aslında kırmızı ışık onları pek durdurmuyor da, trafik kurallarını pek taktıkları yok, her saniye her yöne uçuşuyorlar. Yolun öbür tarafına geçerken ciddi ciddi sıkıntı yaşıyoruz. Allahtan sayıları çok fazla olduğu için hızları yavaş yoksa ne oluyoruz demeden bir motosikletin altında kalmak işten bile değil.
Hanoi sokakları yer yer İstanbul’un çeşitli semtlerini andırıyor. Bir bakıyorsun, Aksaray’da gidiyorsun gibi, sonra sanki Bağdat caddesine geçiş yapıyorsun, bir sonraki sokakta Mecidiyeköy’de buluveriyorsun kendini. Çeşitli boyut ve tarzlardaki binaların yan yana sıralanışı, oldukça şık ve gösterişli plazalar ve Avrupai konakların hemen yanlarında gecekondumsu yapılar, dar avlular, tamirciler, oto (daha doğrusu motosiklet) yıkamalar, dükkanlar, kahvehaneler… Yemekçilerin önünde minik plastik taburelerde bir şeyler yiyip içen, sohbet eden, sokakta oturmanın keyfini çıkaran insanlar… Hepsi çok tanıdık geliyor. Ama kaldırımlar İstanbul’a kıyasla biraz daha bozuk ve kirli. Bir de her yerde çok fazla sayıda park edilmiş motosiklet var. Yer yer bu motosiklet yığınları kaldırımı tamamen işgal ettiği için mecburen yola inip oradan gitmek zorunda kalıyorsun; yolda giden motosikletler neredeyse sana değerek geçiyor. Kapkaççılar için ideal koşullar! Burada o tür hırsızlık olayları sıkça yaşanıyormuş, dikkatli olmak gerekiyor.
Kaldırımdaki motosikletler birer koltuk ya da kanape görevi de görüyor, çoğunun üstünde oturmuş ya da uzanmış vaziyette Vietnamlıları görüyorsun. İnsanları rahatsız etmemek için fotoğraf çekmeye çekiniyorum. En iyisi ben sizi Vietnamlıların motosikletle sarmaş dolaş varoluşunu çizimlerine aktaran Fransız bir ressamla tanıştırayım!
İstanbul’dan alışık olan gözlerimiz yollarda kedi arıyor ama bir tane bile kedi görmüyoruz. Burada sokak kedileri hiç yok gibi. Birkaç sahipsiz köpeğe rastlıyoruz ama. İlginç, hepsi poodle cinsi!
Evde de Vietnam’ın kent faunasını keşfetmeye devam ediyoruz. Duvarda bir kımıltı: kertenkele! Anadolu’da süleymancık[2] olarak bilinen kertenkele türüne çok benzer bir görüntüsü var. Süleymancık gibi zararsız ve şirin olduğuna hükmediyoruz. Resmini arkadaş gruplarımızda paylaşınca isim önerileri yağıyor, galiba Selami Ho(ca) ismi tutacak!
Kertmeyen kelemize (bir arkadaşın deyimi) ithafen arkadaş grubundan gelen ezgi önerisi ile günü tamamlıyoruz: Jethro Tull’dan Salamander!
(LŞ/RT)
[1] Vietnam’da hayatının 10 yılını geçiren ve Çifte Ejderhanın Diyarında-2: Vietnam adlı kitabı (Ankara: Töz Yayınları, 2022) kaleme alan akademisyen ve yazar Ulaş Başar Gezgin’in verdiği bilgiye göre, bu adın Türkçede Ho Şi Min şeklinde söylenmesi yanlıştır, doğrusu Ho Çi Min’dir. Adın ş ile söyleniş şekli Fransızcanın etkisiyle yerleşmiştir, çünkü Fransızcada ch harfleri ş olarak telaffuz edilir. Ama Vietnamca bu ad Ho Çi Min şeklinde söylenir.