* Fotoğraf: Pixabay
Aralık ayı ortalarında, Çin’de başlayan koronavirüs salgının tüm dünyaya yayılmasıyla, salgınları konu edinmiş romanlar tekrar tekrar okunuyor. Bunlardan birisi de, Albert Camus’un (1913-1960) 1957 yılında Nobel Ödülü aldığı Veba adlı romanı. Küresel boyutta yaşadığımız korona günlerinde, çevrildiği 22 dilde satış rekorları kırıyor. Salgının en acı şekilde yaşandığı ülkelerden biri olan İtalya’da, satılan roman sayısı sadece 2 ay içinde geçen yılda satılan kitapların 3 katına ulaşmış.
Başkaldırının ve dayanışmayı kendine izlek olarak seçen roman Cezayir’in Oran kentinde 1940’lı yıllarda yaşanılan veba salgınını anlatır. Bir farenin ölümüyle başlayan salgın, önceleri umursanmaz, fakat insanların birer birer ölmeye başlamasıyla, romanın anlatıcısı doktor Rieux ve doktor Castel’in ısrarlarına daha fazla direnemeyen valilik, vebayı salgın ilan ederek şehri karantinaya alır. On bir ay süren salgın ve karantina boyunca, insanların sadece fiziksel anlamda değil, duygusal anlamda da birbirlerinden uzaklaşmalarını ve değişimlerini anlatttığı romanda, Camus, anlatım tekniği olarak, romanın anlatıcısına olayları tuttuğu bir günlük ile anlattırır. Rieux’nün tanıklığını ve anlattıklarının gerçekliğini arttırmak için, romandaki başka bir kişi Tarrou da yer yer romanın anlatıcısı olarak karşımıza çıkar. Günlükler aracılığı ile okuyucuya ulaşan romanın ilk tümcesi şöyledir: “Bu günlüğün konusunu oluşturan çarpıcı olaylar 194...(Camus tarihi kesin olarak vermez) yılında Oran’da meydan gelmiştir.”
Camus, sadece veba salgınını anlatmaz romanda. Çevresindekilerin birer birer öldüğünü gören insanlar kaygı, endişe ve korku içindedir. Ölüme bu kadar yakın olan insanlar için bu trajik bir durumdur ve bu felaketen kurtulmanın yollarını arar. Duymak istedikleri, bu salgının bir an önce biteceği ya da veba salgının aşısının ya da ilacının bulunacağıdır. Bu süreçte, herkesin sevdiği güvendiği, cizvit papası peder Paneloux iki vaaz verir. Birinci konuşmasında şöyle der özetle: “Veba işlediğiniz günahların cezası olarak, Tanrı tarafından sizi cezalandırmak için gönderildi. Eğer günah işlediyseniz, boşuna direnmeyin, bundan kaçmanın faydası yok. Boyun eğmek en doğru yoldur.” İnsanlar daha da endişelenir, çünkü bu bir ilahi cezadır ve az ya da çok insanlar günah işlemişlerdir. Buna karşın, roman anlatıcısı Dr. Rieux, bilimi, bilgiyi, dayanışmayı ve hastalığa karşı direnmeyi savunur. Hastalık ilerler, ve pederin gözü ününde, yargıç Othon’un oğlu acılar içinde kıvranarak ölür. Bunun üzerine, peder Paneloux, inancını sorgulamaya başlar. Çünkü ölen çocuk çok küçüktür ve günahsızdır. İnancını sorgulamaya başlar, ve ikinci konuşmasında, “vebaya boyun eğmeyin direnin” der. Salgından kurtulmanın tek yolu dayanışma, birbirine yardım etmektir. Mücadeleye ve dayanışmaya inandığı için, Dr. Rieux’ye hastaların tedavisinde yardım eder. Yardım eden sadece o değildir. Romanın ikinci anlatıcısı, Tarrou ve belediyede işçi olan Grand ve Parisli gazeteci Rambert de Paris’e dönmeyerek kentte kalıp Dr.Rieux’ye yardım etmeye karar verir. Dayanışmaya katılmayan tek kişi, salgını fırsata çevirerek herşeyi kara borsa satan Cottard’dır. Romanın sonunda, dini ve inancı temsil eden peder Paneloux ve kurtuluşun bilimde ve bilgide olduğuna inanan Tarrou ölür.
Camus’nün, romanda “veba artık herkesin tek işi idi” demesinden 73 yıl sonra bugün, “herkesin tek işinin korona” olduğu günlerden geçmekteyiz. Romandaki veba salgınından farklı olarak, bu salgını bugün insanlık, maalesef, küresel düzeyde yaşıyor. Bu anlamda, tüm gezegen aynı kayıpları yaşadığından acılar küresel, dolayısıyla endişelerimiz, kaygılarımız, korkularımız küresel. Çünkü moda deyimiyle, minicik bir yağ tabakası karşısında insanoğlunun yapacağı tek şey evde kalmak ve ellerini sabunla 20 saniye boyunca yıkamak. Virüsün, deyim yerindeyse, demokratik olması yani prens, başbakan ayırt etmden insanlara bulaşması da durumun ciddiyetini arttırmakta, insanoğlunu daha aciz kılmaktadır.
Veba’da Camus, insanların ölüm karşısında acizliğini ve çaresizliğini anlatarak verdiği sınavı anlatır. Peki biz, insanlık olarak, çok büyük bir tarihsel olaya tanıklık ettiğimiz bu günlerde bu sınavı nasıl vermekteyiz? Bilişsel ve söylemsel olarak nasıl davranmaktayız? Bu davranışlar çeşitli olmakla birlikte küreseldir. Diğer bir deyişle, duyduğu aşırı endişe, korku ve panik sonucu sorumsuzca davranarak piyasada bulunan tüm maske, eldiven ve makarnaları başkalarını düşünmeden satın alanların ya da salgını ciddiye almayarak sokağa çıkan ve başkalarına bulaşmasına neden olan sorumsuz insanların, sadece ülkemizde değil, İtalya’da Fransa’da, tüm dünyada var olduğunu biliyoruz. Bunun yanında, akıl süzgecinden geçirmeden, sorgulamadan dinin buyruklarına inanan ve bunları harfi harfine uygulamak isteyen insanların da sadece ülkemizde değil tüm dünyada olduğu da kuşku götürmez bir gerçektir. Bunlar, peder Paneloux’nun ilk vaazında dediği gibi, “virüsün Allah’tan geldiğine inanan ve durum böyleyse yapacak bir şey yok diyerek kaderlerine boyun eğen insanlar”dır.
Bilen özne: İkna etmek
Korona salgınına karşı gösterilecek en doğru davranış “panik olmadan, rehavete kapılmadan” önlem alarak, sorgulayarak, bilinçle ve sağduyu ile mücadele etmektir. Bilen ya da bilinçli olarak tanımladığımız bu kişiler yaşanılan olayları sorgularlar. Karşılarında bulunan düşmanı yenmenin en doğru ve etkili yolu onu tanımaktır diyerek, koronavirüsün ne olduğu ve ondan korunmak için hangi önlemler alınması gerektiğini araştıran, sorgulayan bilen özne grubudur. Bilen özne, koronavirüs salgınının yaşanmakta olduğu ülkelerin deneyimlerini araştırır. Gerek sosyal medyada, gerek yazılı basında, gerek televizyonlarda her gün çıkan uzmanları, epidemelogları, enfeksiyon hastalıkları uzmanlarını, psikologları dinler. Bu anlamda, önce ikna olmak sonra inanmak ister. Yaşamı tehdit altında olduğu için iş ciddidir, eskisinden daha fazla sorgular, daha fazla araştırır, bilime ve bilgiye daha fazla önem verir. Bu nedenle, “inanan/duygusal özne” kimliğini -belki bir süreliğine- bir kenara bırakarak daha çok “bilen, sorgulayan özne” durumuna geçer. Bilişsel olarak; anlama, kavrama, karşılaştırma ve sonuç çıkarma edimlerini gerçekleştirir. Bu tür insanlar için, ikna edici/inandırıcı söylem, duygulardan ve inançlardan arındırılmış, logosun[1] yoğun olduğu, bilime, bilgiye dayanan nesnel bir söylemdir. Bu söylemi ortaya koyanlar da konunun uzmanları yani tıp biliminin otoriteleridir. Ortaya konulan söylemin dayanağı bilimin ve bilginin kendisi olduğu için bu söylemin gerekçelendirmeye bile ihtiyacı yoktur, çünkü bu söylem, tüm bilimlerde olduğu gibi, varsayımlara ve kanıtlara dayalı olan kanıtlama söylemidir. Bu tür söylemin çürütülmesi yine bilim ve bilgi ile yapılabilir. Bu söylemin alıcısı olan bilen özne, bilimin ve bilginin dışında ortaya konan her türlü paylaşımı ve haberi olduğu gibi kabul etmeyerek kuşku ile yaklaşır. Bu sorgulama o kadar ileriye gider ki, her akşam televizyonlara çıkan bilim insanlarının uzmanlık alanlarına “bu ortopedist, bu diyetisyen, bu onun alanı değil” diyecek kadar seçici davranır. Bilgiyi ve doğruyu o konunun uzmanından öğrenmek elzemdir, önemlidir.
Duygusal özne: İnanmak
Bilen öznenin yanında, endişe ve korkunun tavan yaptığı, sorgulamayan, araştırmayan kişiler de vardır. Bunlar için sığınılacak tek liman, “bu salgının bir an önce biteceği, ilacı ya da aşının bulunacağı”nı ortaya koyan, umudu ve çareyi içinde barındıran söylemdir. Bu anlamda, bu özneler gerek sosyal medyada gerek televizyonlarda dolaşıma sokulan bilgi kirliliğinden etkilenen, manipülasyona açık olan kişilerdir. Bu bağlamda ortaya konan söylemin pathosu[2] yüksektir; alıcının korku, endişe duygularını körükler ya da ona boş umutlar vaat eder. Bu tür kişiler, gelen her haber ya da paylaşımla ya gereğinden fazla korkarlar ya da gereğinden fazla rahatlarlar, çünkü koronavirüse karşı aldıkları D ya da C vitaminleri ya da kelle paça çorbasıyla korunacaklarına inanırlar.
Kaderci özne: Körü körüne inanmak
Bunların dışında, kaderci olarak tanımlayacağımız bir grup vardır ki, bu insanlar için koronavirüs Allah’ın takdiridir ve tevekkül etmekten başka yapacak birşey yoktur. Bu grupta olan insanlar sorgulamadığı gibi bilime ve bilgiye inanmazlar. Bu salgından kurtulmanın tek yolu iman etmektir. Bu kişiler için Allah’ın evi olan cami gibi kutsal yerler kapatılmamalı insanlar namazlarını toplu olarak kılmalıdırlar. Dedesi, annesi “camiler kapanmaz, kapanırsa dünyanın sonu gelecektir” dediği için camilerin kapanmasını istemezler. Bu anlamda, ülkemizde dinsel otorite olarak bilinen, Diyanet İşleri Başkanlığı’nın emriyle kapatılan camilerin kapılarını tekmelerler, güvenlik görevlilerinin yüzlerine hastalığı bulaştırmak için tükürebilirler. Bu insanlar, inandıkları dinin “hoşgörü, barış” dini olduğunu bile bilmeyen, deyim yerindeyse körü körüne inanan insanlardır. Bu bağlamda, bu kişiler toplum için bir tehlike oluştururlar. Camus’nün dediği gibi “kötülüğün kaynağı cehalettir bilgi ve birikimle aydınlatılmamış iyi niyet de en az kötülük kadar zararlıdır. İnsanların çoğu aslında kötü değildir, ama asıl sorun bu değildir. İnsanların bir çoğunun farkında olmadığı şey, erdem ya da kusur olarak tanımladığımız şeylerden en korkuncu, her şeyi bildiğini sanan ve bundan dolayı kendinde başkalarını öldürme hakkını gören cehalettir. Katillerin vicdanı kördür, sağduyudan yoksun insan ne iyilik yapabilir ne de birini sevebilir.” Bu tür insanları inandırmak ve ikna etmek o kadar kolay değildir. Öyleki, korona günlerinde yaptığı ilk konuşmasında tevekkül ve tefekkür gibi sözcükleri kullanan Cumhurbaşkanının daha sonraki konuşmalarında bu sözcükleri kullanmadığını dayanışmaya ve sağduyuya insanları davet ettiğini görmekteyiz.
Sevgi, dayanışma, direnme
Küresel anlamda tüm gezegenin yaşadığı korona salgını er ya da geç bir gün bitecektir. Bilimsel otoritelere göre, gezegenin yüzde 65’i bu virüsle tanışacaktır. Bazıları bunu hafif atlatacak, bazıları ağır, bazıları ise yaşamlarıyla ödeyecekler. Kayıpları yaşayan insanların yüreklerinde, hafızalarında onulmaz yaralar açılacaktır kuşkusuz. Çünkü, her akşam merakla beklediğimiz, Sağlık Bakanlığı’nın sayı olarak verdiği ölümlerin her biri; bir anne, bir baba, bir kardeş, bir eş, bir çocuk ve bir o kadar yaşanmışlık ve acıdır. Bunları birer sayı olarak görmeye başladığımızda, insanlığımız yara alır. Bu nedenle, umutsuzluğa kapılmadan, sağduyu ile mücadele etmeliyiz, tıpkı Dr. Rieux gibi, vazgeçmeden.
Dr. Rieux mücadeleyi hiç bırakmaz, salgın sonucunda ölen insanların sayısı hızla artar, alınan önlemler yetersizdir. Herkes korku ve endişe içindedir. Hiç kimse ne geçmişi ne geleceği düşünür, o ana odaklanmıştır. Aşı bulunmamıştır, buna rağmen, Dr. Rieux insanları tedavi etmeye devam eder, vazgeçmez, bir insanı bile kurtarmak onun için önemlidir. İnsanüstü bir güçle işini yapmaktan bitkin düşen Dr. Rieux’ye peder Paneloux şöyle der: “Bizi aşan ve ne olduğunu bile bilmediğimiz bir şeyle savaşmak yerine belki de kabullenerek sevmek en iyisi”. Dr. Rieux şöyle yanıt verir, “Hayır peder benim için sevmek bu değildir. Çocukların acı çekerek öldüğü bu veba belasını sevmeyi ve kabullenmeyi asla kabul etmeyeceğim” der. Çünkü Dr. Rieux için, yaşamın ve sevginin anlamı direnmekten ve dayanışmadan geçer. Bir başka deyişle, Dr Rieux, “direniyorum çünkü varız” der.
Romanın sonunda veba salgını biter, insanlar vebanın bitişini sevinç çığlıkları atarak kutlarlar ve rehavet içinde eski yaşamlarına, eski alışkanlıklarına geri dönerler. Veba salgını sırasında duran zaman tekrar akmaya başlamıştır. Salgından dersler çıkarılmamış, fiziksel karantina ile birlikte, vicdan, dayanışma gibi değerlerden insanlar kendilerini yalıtmıştır. Aynı bağlamda, tıpkı Veba’da olduğu gibi, korona salgını karşısında aciz ve çaresiz kalan insanlık küresel olarak bir sınav vermektedir. Bireyler olarak kendimize soracağımız en önemli soru şudur: “Korona günlerinde ne kadar insan kalabildik? Ne kadar dayanıştık? Ne kadar yardımlaştık?”. Bunların yanıtını, bireyler olarak sadece kendimiz için değil, başkalarına karşı, ne kadar vicdanlı, adaletli, onurlu, sorumlu ve bilinçli davranabildiğimizde bulabiliriz. Diğer yandan, korona salgınından, sadece bireylerin değil, ülkelerin ve toplumların da çıkaracağı dersler vardır. Küresel olarak yaşadığımız bu salgını, insanı insana kulluk eden, üretmeden tüketmeyi erdem olarak gösteren, sosyal sınıflar arasındaki eşitsizliği derinleştiren, doğayı, yeşili katleden, insan emeği daha ucuz olduğu için Çin’e fabrika kuran anamalcı düzenin sonuçlarından biri olarak göremezsek, bu salgın bir başka zamanda bir başka isimle karşımıza çıkacaktır. Çünkü, Camus için veba mikrobu, insanların dolayısıyla toplumların, bencilliği, duyarsızlığı, bilinçsizliği, ve içlerindeki kötülüktür. Veba mikrobu asla ölmez ve insanlık için tehdit olmaya devam edecektir. Çünkü, “vebanın farelerini uyandırarak mutlu bir şehre ölmeye göndermesi an meselesidir”. (DÖP/AS)