Nazım Hikmet'in "Kadınlarımız" şiirini insan bir kez bile okumuşsa, bir daha nasıl unutabilir? Bu büyük şiiri Ruhi Su'nun sesinden dinlemişse hele bir de. Kurtuluş Savaşı Destanı'nın en lirik, en vurucu bu parçasını, bugünlerde özellikle anımsayanlardan, aklından çıkaramayanlardan biriyim. Bunun nedeni Kuvayı Milliye günlerini düşünmem değil, Kürt kadın uyanışını ortasında bulunmamdır.
Emek, Demokrasi ve Özgürlük Bloku Mersin Bağımsız Adayı Ertuğrul Kürkçü'nün seçim çalışmalarına katılmak için Mersin'in amansız sıcağında 10 gündür mahallelerde, sokaklarda, meydanlarda bulundum.
Hazırlıklı ya da bir anda oluşan mitinglerin içinde dolaştım, mahalle toplantılarına katıldım ve gördüm ki, Kürt kadınlar, Nazım Hikmet'in şiirindeki kadınların çok ötesine geçmiş yeni kahramanlar olarak tarih sahnesinde yerlerini alıyorlar. Ötesine geçmiş olma sözündeki kasıt şurada...
Nazım, Kürt kadınları tanımış olsaydı, onlar için yazacağı şiirde "Ve kadınlar, bizim kadınlarımız" demezdi, diyemezdi. Çünkü bu kadınlar, "bizim kadınlarımız" sözündeki "kendiliğinden, kendi halleriyle" oluşlarını yaşamıyorlar artık; bunu çoktan aşmışlar, "kendileri için" olmanın hareketli akışını yaşıyorlar.
"Kürt Kadınları" diyemezdi; "Kürt kadınlar" derdi. "Kürt" vurgusu, ulusal uyanıştaki yerlerini, "kadınlar"a "ı" iyeliğini eklememekle, yeni bir durumu, "kendisi için kadın oluş" hakikatini imlerdi.
Bu söz, sanırım inandırıcı gelmez birçok kişiye. Çünkü hemen akla gelen şu olacaktır: Feodal geleneklerini aşamamış bir toplumda kadın oluşun 'kendiliğindenlik durumu'nu kendi için' oluşa dönüştüğünü savlayan bu söz, bilinen, kalıplaşmış toplumsal bilgilerle ilk algılayışta hemen çelişir nitelikte. Ama ilk ve uzak anlayışta...
İşte burada biraz durmalı. 1980 öncesinde başlayan Türkiye'nin batısındaki kitlesel kadın uyanışı, kapitalizmin bağrında olması gereken, beklenen, olağan bir olguydu. Toplumsal yaşama katılan kadın, üzerindeki çifte baskıyı görmemesi olanaksızdı; kendi erkeğinin ve erkekleşmiş sistem baskısı bağrına tak etmişti çünkü.
Devrimci hareket, kadını "kendisi için" konumuna getirebilecek öncülerini yaratmıştı. Toplumsal eylemelere kendi cinsel kimliğinin sorunlarını ve haklarını savunarak katılan, yaşamın her alanında özerk bir konum arayan kadın hareketi, çığ gibi büyüdü.
Bu hız 1980 sonrasında da devam etti ama asıl devrimci atılımını Türkiye'nin doğusundaki savaş ortamına taşıdı. Bu yönelişte, ısrarla ve büyük bir fedakârlıkla sürdürülen son Kürt isyanının rolü tartışılmaz. Kentlerdeki Kürt yoksullar dağların heyecanıyla, evler kayıpların acısıyla uğunuyor oldu, tam 30 yıl boyunca.
Hemen her evden en az bir çocuğunu dağa yolcu etmiş olan kadınlar, analık güdülerinin öne çıktığı bir duyarlılıkla, toplumsal çatışmaları, çocuklarının eylemlerinin sonuçlarını, anlamlarını, olan biten her gelişmeyi, hemen her haberi yavrularının üzerinden dinleyip düşündüler.
En sonunda, şu yakın günlerde yavrularının parçalanmış cesetlerini sınırları aşıp dağlardan toplayacak cesareti de gösterdiler. Çocuklarının idealleriyle tanışıp, içselleştirmişlerdi çoktan.
Kayıpların cenazeleri, hem geleneksel ağıt kültürünü hem de yeni mücadele duygusunu mezar başlarında, meydanlarda, newrozlarda kaynaştırdı. Dağa çıkan kadınların sayısı, erkeklerden hiç de aşağı kalmadığı gibi, dağın doruğunda da kadın oluşun haklarını aradılar, cinsiyet haklarını yaşama geçirdiler.
Bu olguda Kürt kurtuluş hareketi öncülüğünün bakışı belirleyici önemdedir, bugün artık kadına bu bakışın mayası tutmuştur. Kadına yönelik devrimci bakış, yalnızca erkeklerle omuz omuza savaşçı olmasını değil, erkek egemen kültürün mücadele içinde kadınlar lehine kırılmasını sağladı.
Öncülük, zor koşullarda bile kadınlardan yana tutum aldı. Hareket yükseldikçe, kadına devrimci yaklaşım yalnızca dağda değil, Kürt kentlerinde de hayat buldu. Yoğunluğu savaş boyunca artan zorunlu göçlerden dolayı, İstanbul, İzmir, Mersin, Adana, Ankara, Antalya, Manisa, Aydın gibi Kürt nüfusunun arttığı illerde de kitlesel ölçekte yankılandı.
Özellikle genç kadınlar ve gerilla anaları arasında yeni bir kadın bilinci oluştu. Bu bilincin feminist hareketle gündemleri ve sorunları bazı bakımlardan farklı olsa da, "Demokratik Özgür Kadın Hareketi", mahallelere kadar yayılan "kadın meclisleri", "kadın dayanışma merkezleri", belediyelerde yapılanan "kadın meslek edinme kursları", nitelikli kadın dergileri, her gün bir sayfasını kadın sorunlarına ayıran gazeteleri, kültür sanat oluşumlarındaki kadın grupları, kadın sanatçılar, "feodal" toplum bilincinde yepyeni bir uyanış, isyancı bir Rönesans hareketi yarattı. Parlamentoda kadın sayısı en yüksek olan partiler Kürt partileri oldu.
İki de bir kapatılıp yeniden açılan Kürt partilerinin yönetim kadrolarının daha çok kadınlardan oluşması, bu partilerin yüzde 40 cinsiyet kotası koyması, buna azami özen göstermeleri, dahası bu partilerde kadın yapılanmasına asla karışılmaması, erkeklerin kararlarının her zaman tartışılabilir ama kadın meclislerin aldığı kararların tartışmasız kabulü, sık sık düzenlenen kadın konferansları, buna benzer birçok cinsiyet özerkliği, kadın özgürleşmesinde beklenenin çok üzerinde bir uyanışa vesile oldu.
Birkaç sahneyle bu kanımızı canlandırmaya çalışalım.
Mersin'deki her toplantıda, her eylemde, kadın sayısının erkeklerden daha fazla olduğunu gözlemledim. Yalnızca sayısal bir fazlalık değil, niteliğiyle de kadının başat olduğuna da tanık oldum.
Toplantı düzeninde de kadınlar önde, erkekler arkada konumlanıyor. Haremlik selamlık geleneği değil, sorunların önceliği oluyor bu konumu belirleyen.
Kadınların söz almaları, önerilerdeki ataklık, kavrayışlarındaki kıvraklık çok çok önde. Okuma yazma bilmeyen kadınlara yönelik eğitim toplantılarından birinde seçim pusulalarındaki Ertuğrul Kürkçü'nün yerini baştan sayarak anlatmaya çalışan erkek yöneticiye kadınlar kahkahalarla güldüler.
Sondan ikinci sırada yer aldığını "eğityimciye" hatırlatan kadınların Kürkçü'ye gösterdikleri ilgi, metropollerde sanatçılara, futbolculara yönelik fanatik ilgiyle yarışacak güçteydi. Ertuğrul'un kökeni, Kürtçe bilmemesi, cinsiyeti asla sorun olmadı. Her eylemde, zorunlu kaldıklarında başvurdukları sokak çatışmalarında kadınların enerjisi bitmez tükenmez boyutlardaydı.
Mitinglere, toplantılara gelirken, en küçüğü kucağında, onun bir büyüğü elinde, daha büyüğü yanında kadınlar gördüm. Bu kadınlar, kocalarıyla birlikte gelmemişler. Bağımsızlar onlardan. Giysileri ulusal uyanışın tüm renklerini taşıyor, "Jin, Jiyan Azadi" (Kadın, Yaşam, Özgürlük) gibi sloganlarından anladıkları, kadın özgürleşmesinin öngördüğü tüm hakları içeriyor.
Bu sahneler, kitabi bilinçten değil, yüreklerindeki yaranın onlara öğrettiklerinden geliyor. Hemen hepsinin derinden yaralı olduğunu şuradan anlaşılıyor: Tek çocuğunu hatta dört beş çocuğunu ya da en az bir yakınını 30 yıldır süren savaşta yitirmiş olması, ölenlerin anıları ve mücadele destanları dilden dile yankılanıp durmuş.
Bu kadınların birçoğu, göçtükleri kentlerde işsizliğin, yoksulluğun, polis baskısının amansız zulmüyle yaşasalar bile, aralarındaki dayanışmayı en yüksek noktaya çıkarmışlar, ortaklaşa yaşamın kurallarını özenle uyguluyorlar. "Jin, Jiyan, Azadî" ile "Aşitî" sloganlarını yüreklerinden atıyorlar, "Yaramın wegere" (Dön Sevgilim) şarkısına gözyaşlarıyla katılıyorlar.
Birçoğu, ağır işkenceler görmüş, tecavüze uğramış, erkeklerden geri kalmayan kadınlık onurları aşağılanmış; ama bu koşullarda bile yüzlerindeki gurur ve onuru okumamak olanaksız; ben buna tanık oldum.
Zulmün boyutlarını anlamak için şunu kaydetmeliyim: Birçok kadın, çocuğunu kendi rızasıyla dağa gönderdiğini gururla söylüyor, "şehit" kavramı, dinsel vurguyla değil, kahramanlık duygusuyla dilleniyor.
Nazım Hikmet, Kürt Kadınları tanımış olsaydı, "gidenler hiçbir zaman hiçbir menzile erişmeyecekti" demezdi sanırım ama eminim ki, "korkunç ve mübarek elleri /ince, küçük çeneleri, kocaman gözleriyle /anamız, avradımız, yârimiz /ve sanki hiç yaşanmamış gibi ölen /ve soframızdaki yeri /öküzümüzden sonra gelen /ve dağlara kaçırıp uğrunda hapis yattığımız" dizelerini kurmayacaktı Kürt kadınlar için.
Komünist bilincinin öngördüğü biçimde "kadınların katılmadığı hiçbir toplumsal hareket başarıya ulaşamaz" mottosunu hatırlar, kocaman yüreğinin tüm coşkusuyla hayran olurdu Kürt kadınlara.
Peki, ne yazardı? Onu da izinden giden şairlere bırakmaktan başka hakkımız yok.
Abarttığımı söyleyenleri anlayabiliyorum. Ama şu ya da bu oranda yeni bir hakikatle buluştum. Bir hakikat bulan herkes gibi abartmakta hakkım var diye düşünüyorum. (MT/BA)