Oryantalizmya da daha yerel bir ifadeyle şarkiyatçılık çalışmaları denildiğinde akla gelen ilk isimlerden biri, Türkiye’deki okurların da takdir edeceği üzere kuşkusuz Edward Wadie Said’dir.
Filistinli karşılaştırmalı edebiyat profesörü, teorisyen ve aktivist Edward Wadie Said, hatırlanacağı gibi ölümünden yaklaşık üç yıl önce Temmuz 2000’de Lübnan’a gitmişti. Lübnan ziyareti sırasında İsrail askeri karakolunun olduğu bölgeye doğru taş atan Edward Wadie Said’in eylem anı Fransız Haber Ajansı tarafından fotoğraflanıp dünyaya yayıldığında bir yandan dikkatler İsrail ve İşgal Altındaki Topraklar’a çekilirken, diğer yandan kişisel özgürlüklere dair kıyasıya bir tartışma da başladı.
Edward Wadie Said yaptığı eylemin sembolik bir eylem olduğunu ifade etti. Ancak Amerikan Siyonist Örgütü’nün başkanı Morton A. Klein, Edward Wadie Said’in ders verdiği Columbia Üniversitesi’nin yönetimine ve Said’in 1999 yılında başkanlığını yaptığı Modern Dil Derneği’ne yazarak Edward Wadie Said’in yaptığı eylemin “sembolik olarak nitelendirilmeyeceği” ve bu nedenle Columbia Üniversitesi’nin ve Modern Dil Derneği’nin “Said’in eyleminin kabul edilemez olduğuna dair bir net açıklama yapmasını ve hakkında da disiplin soruşturması başlatılmasını” talep etti. Bunun üzerine Modern Dil Derneği herhangi bir tepki vermezken, Columbia Üniversitesi bu yorumu ve talebi reddederek, “kendilerinin üniversite üyelerini üniversite dışı eylemlerinden dolayı yargılayamayacağını” belirtmişti.
Dönemin ABD Başkanı bu konuda herhangi bir açıklama yapmadığı gibi herhangi bir ABD savcısı da Edward Wadie Said hakkında soruşturma başlatmadı. Daha da ötesi Columbia Üniversitesi ölümünden sonra her yıl Edward Wadie Said anısına bir konferans düzenlemektedir. Bugüne kadar konferans verenlerin arasında Türkiye Cumhuriyeti Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın “Gel Türkiye’ye. Öyle kuru kuruya imza vermekle olmaz. Chomsky gelsin, bu 5’inci kol elemanlarıyla değil kendi gözleriyle görsün” dediği Noam Chomsky de bulunuyor. Noam Chomsky’nin 2009’da Edward Wadie Said anısına verdiği konferansın konusu ise “ABD Emperyalizmi”dir. Columbia Üniversitesi’ne ilişkin bu örnek, özel olarak Türkiyeli araştırmacıların Nobel ödülünü neden Türkiye’de değil de ABD’de araştırma yaparken aldığına dair fikir verebileceği gibi, genel olarak üniversitelerdeki özgürlük alanına ve kişisel özgürlükleredair bir çerçeve çizmektedir.
Yukarıdaki hikâyeyi muhtemelen pek çoğunuz şu ana kadar duymuş, biliyor veya okumuşsunuzdur. Bu hikâyeden hareketle işin kurgusal boyutuna uzanarak yazıya iki farklı senaryo üreterek devam etmek istiyorum. İlkinde Edward Wadie Said Türkiye’de çalışan bir akademisyen olarak Lübnan’da taş atma eylemini gerçekleştirmiş olsun. Muhtemelen döndüğünde yerlere göklere sığdırılmayacak, hakkında “yaşa hoca”, “var ol hoca”, “ellerin dert görmesin hoca”, “bir taş da benim için atsaydın hoca” diye yazılar yazılacak, İsrail devletinin yaptığı türlü zulümlere değinilecek ve eylemi “gördünüz mü Hristiyan olmasına rağmen, Edward Wadie Said bile İsraillilere taş attı”, “vicdanımızın sesi oldu” gibi sözler sarfedilerek savunulacaktır. Eylem Türkiye’deki yandaş medyada geniş bir şekilde yer alacak ve epeyce destek toplayacaktır. İkinci senaryoya gelecek olursak, bu sefer Edward Wadie Said taş atmasın; Türkiye’de Gezi direnişi sırasında bir eyleme katılıyor veya Diyarbakır’da Sur’a gitmek isteyen kalabalığın içinde olsun veya “halkın bir kısmına ters düşen, şoke eden ya da üzüntüye sevk eden” bir görüş açıklamış olsun. İşte o zaman vay haline Edward Wadie Said’in! Gelmesi muhtemel tepkiler hepinizin malumu: “Çapulcu”, “alçak”, “hain”, “bölücü”, “mandacı”, “sıkarız topuğuna”, “yaşatmayız seni buralarda”, “ya sev ya terket”, “kanınla banyo yapacağız”, vb. Bu listeyi uzatmak pekala mümkün. Ancak iş bu tehditlerle de kalmayabilir tabi, önce üniversiteden bir soruşturma, ardından TCK 216, 301 felan derken bir bakmışsınız Edward Wadie Said bir gün başından vurularak öldürülmüş. Bu ikinci senaryoya maalesef Türkiye’de daha önce defalarca tanıklık ettik. Burada sözü Edward Wadie Said’den kısa bir zaman önce “Bu Suça Ortak Olmayacağız” bildirisine imza atan akademisyelere getirmek istiyorum.
11 Ocak 2016 tarihinde Barış için Akademisyenler girişiminin başlattığı ve 1128 akademisyenin imzasını attığı “Bu suça ortak olmayacağız!” başlıklı bir bildiri yayınlandı. Akademisyenlerin bildiri yoluyla açıkladığı görüşler üzerine demokratik toplumda olması beklenen kamusal tartışmaların yapılması engellendi ve bildiri açıklandıktan hemen sonra durum kısa bir süre içinde linç kampanyasına dönüştürüldü. Akademisyenler nefret söylemiyle şeytanlaştırıldı, onlara yönelik adli ve idari soruşturmalar başlatıldı ve aralarından bir kısmı işlerinden uzaklaştırma cezası aldı veya bu tür tehditlerle karşı karşıya bırakıldı. Bildiride yazılanlara katılıp katılmamak bir vicdan meselesidir. Ancak insan haklarına ve hukukun üstünlüğüne saygılı demokratik bir devlette, düşüncelerini barışçıl bir şekilde açıklayan ve şiddete teşvik etmeyen akademisyenlere yönelik muamelenin karşı karşıya kaldığımız bu durumun tam tersi olacağı açıktır. BM Eğitim, Bilim ve Kültür Teşkilatı’nın (UNESCO) 1997 tarihli “Yüksek Öğretim Akademik Personelinin Durumuna İlişkin Tavsiye” kararının 26. Maddesine göre “öğretim üyelerinin bir vatandaş olarak sahip oldukları kişisel haklarını kullanmaları engellenmemelidir. Ülke siyaseti ve yüksek öğretimi etkileyen siyasi kararlar hakkında özgürce kendi görüşlerini ifade ederek sosyal değişime katkıda bulunmak da bu kapsama dahildir. Akademik personelin bu haklarını kullanmaları nedeniyle herhangi bir ceza almamaları gereklidir”. Başta BM İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi olmak üzere, BM Medeni ve Siyasi Haklar Sözleşmesi ve Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesince “düşünceyi ifade özgürlüğü” garanti altına alınmıştır. Bu hak sınırsız bir hak olmamakla birlikte siyasi iktidarların arzuladığı türden keyfi bir sınıra sahip değildir. “Düşünceyi açıklama özgürlüğü, sadece hoşa giden veya zararsız ya da tepki yaratmaz sayılan “haber” veya “fikirler” için değil, fakat, devlete veya halkın bir kısmına ters düşen, şoke eden ya da üzüntüye sevk edenler içinde geçerlidir. Çoğulculuk, hoşgörü ve yeniliğe kucak açma bunu gerektirir ve bunlar olmadan demokratik toplum olmaz”.[1]
İfade özgürlüğüne ilişkin mevzuat açıkken ve AİHM Türkiye aleyhine bu konuda pek çok mahkumiyet kararı vermişken yıllar içinde ülkemizde bu konuya ilişkin bir arpa boyu yol alamamış olmak gerçekten çok kaygı vericidir. Daha da vahim olan Murat Belge’nin “Akademisyenlerin Bildirisi”[2] başlıklı yazısında belirttiği gibi, bildiri üzerine başlatılan tartışmaların “sürmekte olan vahşeti bastırması”dır. Bir Türkiye klasiği olarak insan hakları ihlallerini durdurmaya yönelik çabalar başka insan hakları ihlallerine, yeni mağduriyetlere yol açmıştır. Bu da yaşanan ölüm ve yıkımların üstüne çoktan eklenen yenilerinin gölgede kalmasına neden olmuştur. Şu açıktır ki toplumsal barışı inşa edebilmek için politika, politika için söz, söz için de özgürlük gerekir. Bunun içindir ki ifade özgürlüğü olmadan bu şiddet sarmalının dışına çıkmak mümkün değildir. (HA/HK)
Teşekkür: Bu yazıya katkılarından dolayı eşim Gülden Gürsoy Ataman'a teşekkür ederim. Yazıyı düzeltmekle kalmadı, özellikle üçüncü ve dördüncü paragrafa fikirleriyle katkıda bulundu ve eklemeler yaptı.