insan bir topluluk içine doğuyor. ilk gördükleri yakın çevresindeki insanlar. sonra mekanları tanıyor. sonra da yaşadıklarıyla şekilleniyor. yaşadığı ve geçtiği yerlere izler koyuyor.
yaşarken birlikte oldukları, bulunduğu yerler ve başından geçen olaylar da onun varlığında çeşitli izler yaratıyor.
nazım'ın "masalların masalı" adlı şiirinde dediği gibi hiçbir şey sonsuz değil: "su ve güneş" bile. bir adım daha ileriye gideyim. üzerinde yaşadığımız bu dünya belki evren bile.
yine de her şey bize sonsuza kadar kalacak, duracakmış gelir.
böyle olmadığını yakın çevremizde olup da günün birinde bu dünyadan gidenlerin tanığı olduğumuzda fark ederiz ilkin.
öldüğünü öğrendiğim anda değil, mezarına konulurken değil, yıllar sonra mezarının başında onu düşünürken de değil, ama bir çocuğun babaannesine yürekten "babaanne" dediği anda artık bir babaannemin olmadığını fark etmiştim. belleğimiz, aklımız, yüreğimiz, istencimiz bize böyle oyunlar oynayabiliyor.
istanbul'un şile'sinden başlayıp, 25 gün süren toplam 5250 km. yol katettiğim, karadeniz ve kuzey doğu anadolu gezimde kendimle böyle oyunlar oynadığımı fark ettim: "hep var ve var olacağını saydığım şeylerin yok olduğunu gördüm anladım".
geziye dair zaman zaman yazılar yazmayı planlıyorum.
bu konuda en azından kendime verdiğim bir sözüm var.
işte o yazıların ilkinde bundan, yok olanlardan, saklayamadıklarımızdan, koruyamadıklarımızdan söz etmek istiyorum.
kaybetme korkusu ve ilk şok
gezerken daha önce gittiğim yerlere varmadan önce bir korku düşer içime.
"acaba belleğimde kalmış olan eski güzellikler duruyor mu yoksa kayboldu mu" diye düşünürüm. çoğunda o belleğimde kalanı,hatta izlerini de bulamam ve kendi kendime bir daha buraya gelmeyeceğim derim.
ama bu kez farklıydı. yalnızca içinden geçtiğim yerleri değil, beni "ben" yapan yerleri aradım ve bulamadım bu kez.
tümüyle kaybolan, artık ona dair anlattıklarımın hiç birisini kanıtının olmadığı örnek dedemin -aslında evler kadınlarındır; o yüzden 'babaannemin' demem daha doğru. ama ne yazık ki vatandaşı olduğumuz bu "eril devletin" hiçbir resmi kaydında onun olduğuna dair bir kayıt yok- evi yoktu. onun yerinin önünde durup da fotoğrafını çektiğimde şöyle bir sahne geldi gözümün önüne:
birisi: "amca hayırdır, neyin fotoğrafını çekiyorsun?"
ben: "dedemin evinin"
birisi: "ama amca orada ev falan yok ki!"
evet! insanlar gittikten sonra "mekanlar ve o mekanlara koyduğumuz izler tanıkları ve kanıtları olur belleğimizin. bizi onlar doğrularlar. ama onlar da yok olunca, belleğimizdeki anıların artık hayallerden, sanrılardan farkı kalmaz. o "birisi"nin ima etmeye çalıştığı gibi bir çeşit "yalancı" ya da "deli" durumuna düşeriz.
biliyorum; böyle olmaması için onları korumamız, varlıklarını sürdürmeleri için bir şeyler yapmamız, onları beslememiz, oralarda olmamız ve yaşamamız, eksiklerini yerine koyup tamamlamamız, en azından filmlerini, fotoğraflarını çekerek başka kanıtlara dönüştürmemiz gerekir. ama tüm bunlar yapılmadığında ve onlar fiziken ve fiilen ortadan kalktığında aslında bizler eksilmiyor muyuz! bizler eksildiğimizde aslında toplum olarak hepimiz eksilmiyor muyuz!
bu şokun bir benzerini bu kez anneannemin evinin yıkıntısının önünde yaşadım.
duygular da aynıydı hemen hemen.
ama orada başka bir şeyi fark ettim. benim belleğimdeki izler gibi, başkaları oralara başka izler koymuşlardı. artık o yerler başkalarının anılarının kanıtlarını oluşturan unsurlarla doluydu.
yaşamın bitmez (?) bir döngü olduğu gerçeğiyle bir kez daha karşı karşıya geldim.
iyi yanından bakıp, benim yitirdiklerimin aslında başkalarına yer açmak için yitmiş olabileceği aklıma geldi. bu düşünce beni biraz rahatlatırken, birden o gidenlerin yalnızca maddi değil, tüm toplumu ilgilendiren başka değerlerin ortadan kalkmasına da yol açtığı gerçeğiyle yüzleştim. yok olanlar yalnızca fiziksel varlıklar değildi. o fiziksel varlıkların varoluşlarını, şekillerini, biçimlerini, desenlerini, duruşlarını, ifade ettiklerini de içeren bir "kültür"ün de yok olması demekti.
dahası o kültürün içindeki bir çok insani değerin de yok olması ve yeni değerlerin salt "maddi", salt "çıkar"la özdeşleşen bir hale gelmesiydi.
ikinci şok
toplumun içindeki sınıfların farklılığı ilk hissettiğim yer ikinci sınıfı okuduğum köy ilkokuludur.
"küçük burjuva-asker bürokrat" bir ailenin çocuğu olarak, ilkokul ikinci sınıfı bir köyde erzurum'un merkezine 11 kilometre uzakta (şimdi merkezin bir mahallesi olan) bir köyde "gezköy"deki iki sınıflı ilkokulda okudum.
bununla ilgili ayrıntıları başka bir yazıda yazdım. zaman zaman nette rastlıyorum ona.
gezim sırasında işte o okulu da aradım. okulu buldum. hatta daha fazlasını da!
aynı okulda benden bir yıl sonra okuyan sevgili nurullah samancı'yı buldum örneğin. birbirimizi hiç görmesek de belleklerinde aynı şeyleri yaşamış, birbirlerinin yaşadıklarının, birbirini bilmeyen iki tanığıydık. birimizin eksiğini diğerimiz tamamladı.
birlikte gezdik artık "köy" olmayan o yerleri.
"okulu buldum" dedim ama o okul aslında benim okuduğum okul değildi.
benim okulumun az ilerisine on yılı aşkın bir süre önce yapılmış, şimdi de "4+4+4" uygulaması yüzünden "imam hatip ortaokulu" olmuş bir okuldu. üstelik adı da değişmişti.
benim iki sınıflı ilkokulum ise orada mahzun mahzun beklemiş iki yıl önce de yıkılmıştı. onun kalıntılarını da "dedemin evi gibi" otlar sarmıştı
onun önünde de durup bir fotoğraf çektirdim. çektirirken de okul müdürü (adını sevgili nurullah samancı anımsattı) "aşir öğretmen" aklıma geldi. bu ismi ondan duyunca ilk duygum sanki hep aklımda olan, her zaman dile getirdiğim bir isim olduğuydu.
işte insan belleğinin tanık ve dolayısıyla kanıt olma özelliklerinden birisi de budur. o her şeyi bir çekmeceye atar. sonra bir gün o çekmecelerden birisi açılır ve neler olup bitmiş onları ortaya koyar.
"üçüncü şok"u da başka türlü yaşadım
gezköy'den sonra erzurum merkezdeki 1963 yılında eğitimime başladığım ilkokulumu buldum: "cumhuriyet ilkokulu", şimdiki adıyla "erzurum yakutiye cumhuriyet ilköğretim okulu".
o yıkılmamış ama zamana uyarak bir kat yükseltilmişti. rengi de eskiden okulların boyandığı "kirli sarı" ya da "kirli pembe" değil, "beyaz" olmuştu. her halde "ak" olmanın boyanarak sağlanacağını düşünen birileri buna karar vermişti.
mahalleyi kolay bulsam da okulun yerini ancak sorarak bulabildim. çünkü bu kez okul değil ama tüm çevresi tümüyle yıkılmış ve yeniden yapılmıştı. kalanlar yalnızca camilerle, henüz kaldırılmamış yıkıntılardı. onlar çok katlı büyük ve çirkin binaların arasına sıkışıp kalmışlardı. tıpkı oralarda yaşayan, gelişen, oluşan bizler gibi. kâr, rant, çıkar insanları, mekanları ve yaşamları belirleyen en temel unsur bugün. bunları sağlamayan hiçbir şeyin en küçük bir değeri, anlamı, önemi yok. öyle olduğu için de fiziksel olarak "yok" olmasının önünde bir engel yok.
orada da fotoğraf çektirirken bu kez okul olgusunu düşündüm.
okulun bahçe kapısı gerçek anlamıyla "zincirlenmişti" ama okulun bahçesinde mahallenin çocukları oyun oynuyordu. tam nasıl girebildiklerini düşünürken bir çocuk demir parmaklıklı bahçe kapısının üzerinden aşıp içeri atladı.
evet eskiden okulların kapılarının üzerinden atlayarak kaçılırdı. belleğimde buna dair çok örnek vardı. ama okullara girmek için bahçe kapısı ya da duvarın üzerinden atlama zorunluluğu herhalde şimdilere özgü bir uygulama olmalıydı. aklıma acaba "kuran kursları"nın yapıldığı mekânların da kurs zamanı dışında kapalı olup olmadıkları geldi.
kapıları kapatanlar, duvarları yapanlar, ardında hep bir şeyleri saklayanlar ya da koruyanlardır. oysa saklamak ve korumanın en kolay yolu onları apaçık ve ortalıkta, herkesin gözünün önünde tutmaktır. gözden ayrı, ırak, uzak ettikçe kayboluyor hepsi; ve tabii onlarla birlikte bizde... (MS/EKN)