Savaşın ve barışın sözlük anlamı dışında sık sık kullanıldığı son günlerde, adaletin yahut daha ileri gidip eşitliğin filan sözünü edebilmenin ancak “belirli günler ve haftalar”a tekabül ettiği, alnı terli süreçleri teneffüs ediyoruz.
Böyle günleri, altını çizmek için çaba sarf ettiğimiz dertleri hatırlamaya harcamaktan başka türlüsü nasip olmayınca, yazıyoruz, okuyoruz, izliyoruz, dinliyoruz. İşte, sıra salıyoruz...
Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramı'nın vahim gururu, tüm yurtta ve dış temsilciliklerde sallanan Türk bayrağı eşliğinde dalgalandırılırken, manşetlere taşınan 'koltuğa oturan çocuk' parodilerinin gına getirdiğinden bu yıl da bahsedilmeyecek şüphesiz.
Siz de nasıl hatırlarsınız tahmin ederim. Esasında hepimiz aynı ezberi yaptık. Her sabah idi, sıcakta soğukta, yağmurda çamurda, karda boranda. Ne mutluydu, pek güzeldi Türk olmak.
Bir köye suyu, elektriği ve dahi adaleti getirmemiş olan devlet; bronz bir büstü, ay yıldızlı bir bayrağı ve "Ne mutlu Türküm diyene" tabelasını kendinden evvel gönderir, kapısına astırıverirdi ahırdan bozma dört duvarın.
Öğretmeye yemin etmiş gençler, unutturmaya ant içip öyle girerlerdi o okul bile denmeyecek derme çatma sınıflara. İlk ders, unutturmaktı; Kürt'ü, Kürtçe'yi, sitranı, kilamı, yediği ekmeği, soluduğu havayı...
Hiç usanmaz, tekrar ettirirdi: "Varlığım Türk varlığına armağan olsun..."
Varlığımız armağan olsundu uğruna. Sağ olsundu, iyi ki vardı ulu Atatürk.
Öğretirdi öğretmen; Şeyh Said İsyanı'nı... İngilizlerin kışkırttığı yobazların ülkemizi bölmek istediğini. Ve tabi Takrir-i Sükûn (Huzuru Sağlama) Yasası'nın elzem önemini. İlkokul ders kitaplarına girmiş, gururla resmedilen bir idam sahnesine bakakalırdı gözlerimiz. Ya Seyid Rıza, o da elebaşıydı. Dersim'i ayaklandıranın, devlete şirk koşanın ta kendisiydi. Pek ala, devleti aliye cezasını tez elden kesti. İşi garantiye almak için de, yaklaşık 50 bin kadar Dersimli'nin başına bomba yağdırdı.
Sayesinde; üstlerine yağdırdığı bombalarla, dört bir yana savurduğu, varlığını unutturduğu, adını sanını, anasını babasını kaybettirdiği nice Dersimli kız çocuğu, katillerinin yuvalarında büyütüldüler. Yıllar sonra ancak cesaret edebildiler, çocukluklarının başlarına yıkıldığını dile getirmeye. Yine sayesinde; o minicik çocukların ülkenin birliği ve bütünlüğünü bozmaya çalıştıkları savı ve daha nicesi yutturuldu 'ulu Türk milleti'ne.
Mustafa Kemal Atatürk'ün, gerisinde bıraktığı zeki, çevik ve ahlaklı Türkiye’si de, coşkuyla sürdürdü bu görevi. Yutturma ilmini kutsiyetle kabul etti devlet güdümlü medya. JİTEM'in, özel harekat timlerinin köyleri basıp da kurşuna dizdiği kadınları, erkekleri, bebekleri, "Terör örgütü halkını öldürdü" diye vaveyla yaparak Ege sahillerine sunan, medya değil miydi? O değil miydi, kurşunlanan bebek fotoğrafını, "Bebek katili" unvanıyla yarım yüzyıldır dillere pelesenk ettiren? O iri puntolu manşetlere karşılık, itirafçı özel harekat timi Ayhan Çarkın'ın, "PKK'nin yaptığı söylenilen bir çok katliam gibi, Pınarcık Katliamı'nı da biz yaptık. O bebeği biz kurşunladık" sözlerini tek sütunda hızlıca geçen. Kimmiş bebek katili?
Hani “çocuk” hepimizindi
Bu memlekette çocuk, kamuya açık bir varlıktır. Hamilelik ile başlar herkesin fikri. Anne olacak kadın, sadece kendinden değil karnındakinden de sorumludur. Vatana yeni bir fert kazandıracaktır çünkü. Bunun bir usulü erkanı vardır. Öyle kolay değildir çocuk büyütmek. Sokakta yürürken dahi, hiç tanımadığı biri "İnce giydirmişsin çocuğu" diye azarlayabilir anne babayı. Çünkü çocuk, aileden önce milletindir bu ülkede. Her bir çocuk üzerinde söz hakkı vardır milletin. Ve hiç de sakınmaz sözünü!
Ne var ki, millet dediğimiz aygıt iki yüzlüdür.
Parkta çocuğu ince giydirdiği için anne-babasına fırça çeker ama televizyonda, aynı yaştaki çocukların üstüne bomba yağdığını görünce "E bir şey yapmışlar ki, askerimiz bunları öldürmüş?" der. Hiç durmaz ha, "Ama..." demez. "Katili kim?" diye sormaz. "Onun da bir anası babası var, yüreği yanmış mıdır?” diye dertlenmez. Vicdanı en fazla TV kanalını zaplamaya yarar.
O kanalı zapladıkça, Türk bayrağına sarılı çocuğu konur tabutlara, arasında hiçbir bağlantı kurmaz. Kurmasına izin verilmez!
Çocuk fışkıran topraklarda sevinç gözyaşları
Geçtiğimiz ay, Mardin Dargeçit’te yapılan kazı çalışmasında bazı kemik parçaları bulundu. Arkeolojik bir çalışma değildi ne yazık ki. Yakın tarihimizi çıkardılar toprak altından. 1995 yılında gözaltında kaybedilen 17 yaşındaki Mehmet Emin Aslan’ın kemikleriydi toprağın fışkırttığı. Tam 18 yıl sonra oğlunun yanmış kafatasını, bir kuyunun dibinde bulan ailesi sevinçten ağladı. http://bianet.org/bianet/insan-haklari/141989-kemikler-kime-ait-aciklansin
Çocuğunun kemiklerine kavuşmaya tamah ettiren hiçbir devlet yetkilisi, çıkıp özür dilemedi.
Hala Dargeçit'teki kuyularda bulunmayı bekliyor; 18 yaşındaki Abdullah Olcay, 13 yaşındaki Nedim Akyol, 13 yaşındaki Seyhan Doğan ve 12 yaşındaki Davut Altunkaynak. Kimse merak etmiyor! Ama Seyhan Doğan'ın 9 yaşındaki yeğeni Evin, her cumartesi Galatasaray Meydanı'nda, bu devlete katil olduğunu hatırlatmaya devam ediyor çocuk aklıyla.
Öldürdüğü çocuktan hıncını alamayan polis
Kürt çocuklar; siyasi, toplumsal, hukuksal ve ekonomik alan içerisinde, sistemin yol açtığı hak ihlallerinin, yoksulluğun, yoksunluğun, ayrımcılığın tüm sonuçlarını, etkilerini gündelik hayatlarında hava gibi, su gibi yaşıyorlar.
Mesea; 2011 yılında, Diyarbakır'daki Yüksek Seçim Kurulu'nun (YSK) milletvekili yasağına karşı düzenlenen eylemde öldürülen 17 yaşındaki İbrahim Oruç'un bedeninden polis kurşunu çıktı. Üstelik bu polislerin, İbrahim'i kurşunladıktan sonra dişlerini sokağa dökecek kadar dövdükleri fotoğrafları da gördük. Peki ne oldu o polis memurlarına? Hiçbir şey! Bir polise, kurşunlarıyla öldürdüğü çocuğu, bir de dişlerini yola dökecek kadar dövmesini gerektirecek nefreti kim pompalıyor?
Yine, Adana'da polisin attığı gaz bombası başına isabet eden 11 yaşındaki Mazlum Akay. Günlerce verdiği yaşam mücadelesine, daha fazla dayanamadı. Pes etti. Hayatını kaybetti. Kim kazandı? "Örgüt çocuğun eline bomba vermiş" diyen medya ve iknaya teşne sorgusuzcular kazandı. Hemen ertesi gündü, Muş'tan geldi haber, 8 yaşındaki Sera Yavuz'un evinin önünde bulup da eline aldığı bomba patladı. "Henüz nedeni belli olmayan bir sebeple..." öldü Sera. Çok değil bir gün sonra ise, devletin bekasını koruyan asker, kurşunlayıp sınırın öte yanına gömdü 13 yaşındaki Veysi Demir'i, kan izlerini takip eden babası buldu evladını. Toprağa gömünce, anası babası bulamaz sanmış, evladını unutacak sanmış şanlı Türk askeri.
Türkiye'de insan olmak, asker yahut polis olmak kadar değerli olamadı hiçbir zaman.
Türkiye'de çocuk olmak, Türk olmak kadar kutsal olamadı hiçbir zaman.
Polisin, askerin, özel timin, JİTEM'in, Hizbullah'ın moralini, 30 yılda bu kuvvetlerce öldürülen yüzlerce çocuğun canından üstte tutan devlet, Roboski'de 19'u çocuk 34 kişinin üstüne bomba yağdırdıktan sonra da geleneğini bozmadı, kimseyi yargılamadı. Meclise "Çocuklarımızı kim öldürdü?" diye sormaya giden annelerine ise AKP Grup Başkanvekili Ayşenur Bahçekapılı bizzat yanıt verdi; "Tepemi attırmayın, beni sinirlendiriyorsunuz..."
Düşünsenize, bir ülkenin birliğinden ve bütünlüğünden, bölünemeyeceğinden ve her karış toprağın sahibi olduğundan bahsediyorsunuz her mikrofon bulduğunuzda. Ancak o ülkenin, bu kadar ısrar ettiğiniz toprağına adımınızı dahi atamıyorsunuz. Roboski’ye (Uludere), Gewer’e (Yüksekova), Basa’ya (Güçlükonak) gidemiyor ayaklarınız. Türkiye Cumhuriyetin'de koskoca bir başbakan olmuşsunuz, dünyaları dolanıyor ve takdir de görüyorsunuz. Ama tasdikli başkanı olduğunuz ülkede, bir Cudi'yi göremiyor, Dicle'den kana kana su içemiyorsunuz.
Neden acaba?
Kuyularına gömdüğünüz, kanlarını nehirlerine akıttığınız, sokaklarında kurşunladığınız çocuklar yüzünden olmasın?
Mertebeniz, hesap vermeyi ve özür dilemeyi bilecek kudrete ermediğinden olmasın?
Törenle gömülmeyen ve hiç gömülmeyen çocuklar
Politikacılar, katıldıkları ve katılmadıkları cenaze törenleri ile verirler renklerini. Şüphesiz bu, anlayan için bir mesajdır. Geçtiğimiz yıl Ramazan Bayramı'nda, Gaziantep'te bir bomba patladı. Masumlar öldü. Cumhurbaşkanından, Başbakanına, Lady'lerden Aile Bakanına, yani Tapu Kadastro Müdürü'ne kadar "devlet" cenazelerin başındaydı. Dualarını okuyup, tabutların boylarını gösterdiler birbirlerine. Minicik bir yavru vardı o tabutlar arasında. Bombayı kimin patlattığı hala ortaya çıkarılmadı ama Kürtlerin evleri ve BDP parti binası saldırıldı, teröre lanet yağdırıldı. Hemen ilan ettiler katili. İçlerine su serpildi.
AKP iktidarı boyunca sadece 2012 yılına kadar 183 çocuk, devlet eliyle katledildi.
Niçin yoktu Recep Tayyip Erdoğan, Abdullah Gül, Fatma Şahin, Emine Erdoğan o cenazelerde? Haberleri var mıydı peki, etkisiz olarak ele geçirilen çocuklardan? Bölünemez kara parçası Türkiye'de Roboski'ye ayak basabiliyor mu mesela Tayyip Erdoğan? Açıklayabiliyor mu katil kim? Yargılayabiliyor mu 25 yılda dağda değil sokakta öldürülmüş 569 çocuğu katledenleri? Hadi kendi dönemine gelelim, yargıladı mı 183 çocuğu katleden asker ve polisi?
Bu çocukların öldürülmesine neden olan asker, polis ve korucular hakkında hemen hemen hiçbir soruşturma ya da kovuşturma başlatılmadı. Açılsa da, soruşturma ve kovuşturma değil, "aklama" operasyonuna dönüştü. Devlet kayıtlarında kolluk kuvvetlerinin, ölümüne neden olduğu çocukların kayıtları dahi yok. Kolluk kuvvetlerine ait mevzuattan kaynaklı, öldürmelere teşvik edici düzenlemelerin olduğu ise apaçık. Peki bu mevzuatın değiştirilmesine dair bir gelişme var mı? Yok! Peki hükümetin, "polis ya da asker devleti" anlayışından kurtulabilmek için bir projesi var mı? Kolluk kuvvetlerinin bu kadar kolay bir şekilde toplumda şiddet yaymasını engellemek için gerekli düzenlemeler yapmak, devlet yetkililerinin aklının ucundan geçiyor mu?
Ayinesi iştir kişinin lafa bakılmaz. Annesi Ceylan Önkol'un parçalarını eteğine toplamıştı. Üzerine bomba attığı çocuğun katilini yargılamayı gereksiz bulduğunu, daha geçtiğimiz günlerde açıkladı barış ortamında mahkemeler. Daha bir hafta önce, 11 yaşındaki Ramazan Yıldız, evinin önünde oynarken elinde patladı oyuncak sandığı mayın. Barış, onun canını kapsayamamış ne yazık ki.
Anlayacağınız, barışı bu şekil olan devletin savaşında, az bile ölmüş çocuklarımız.
2012 yılı daha dün. Hatırlatmakta fayda var;
- Mayın ve sahipsiz bomba patlaması sonucu 7 çocuk öldü, 16 çocuk yaralandı.
- Faili meçhul saldırılar sonucu 5 çocuk öldü.
- Resmi ihmal sonucu 10 çocuk öldü.
- 2 çocuğun ise ölümü kuşkulu, sebebi bilinmiyor.
- Güvenlik güçlerince şiddete uğrayan 45 çocuğun 2'si öldü, 43'ü yaralandı.
- Toplumsal alanda ise, şiddete uğrayan 9 çocuk öldü, 9 çocuk yaralandı, 9 çocuk tecavüze uğradı ve 4 çocuk da tacize uğradı.
- Sadece 2012 yılında, tam 239 çocuk gözaltına alındı, 71'i tutuklandı.
Katili yargılanmamış çocuklarımızı gömdükleri toprağın üstünde, sözlük anlamı gibi 'gerçek bir barış'ı cümle içinde kurmayı hayal dahi etmeden evvel, bir dakikalığına utanmış olmaya davet ediyorum, hepimizi.
Devlet eliyle çocuk cinayetleri, tecavüzleri, gözaltıları, tutuklamaları; o yılın günlerinden fazla ediyor. Ancak coşkuyla kutlamak gerekiyor 23 Nisan'ları. İlan etmek gerekiyor ulusal bayramı. Daha gürültüyle kutlamak, daha sesli okumak gerekiyor vatan millet şiirlerini. Daha gürültüyle ki, duyulmasın annelerinin, babalarının, kardeşlerinin, "evlat" çığlıkları.
23 Nisan Çocuk Bayramı, Türk, sünni ve oğlan çocuklara kutlu olsun.
Onlar gibi olmayan öteki çocuklar da, kendi kimlikleriyle en azından 'eşit' olsun. (ÜZ/HK)
* İnsan Hakları Derneği, İnsan Hakları Raporu verileri.
** Fotoğraf: Ülkühan Zekioğlu'un 2009 yılına ait "Kîne Em / Biz Kimiz?" sergisinden.