"Başkalarına çektirilen ve bizim görüntüler şeklinde izlediğimiz, acılarla kurduğumuz düşsel yakınlık, uzakta ıstırap çeken insanlarla, ayrıcalıklı izleyiciler arasında düpedüz gerçek dışı bir bağ olduğunu düşündürür ve bu bağ, iktidarla ilişkimizi düzenleyen mistifikasyonlardan biridir." (Susan Sontag)
6 Şubat günü merkezi Maraş şehri olan, çevresindeki birçok ili ve Kuzey-Doğu Suriye'nin de bir kısmını deyim yerindeyse yerle bir eden depremin üzerinden henüz çok az zaman geçti. Depremi bölgede yaşayanların yüzleştiği dehşetin yanı sıra henüz toplumda gözlenen şokun etkileri de hafiflemiş değil. Depremin yaratttığı şokun ardında gizli olan duygu, beraberinde taşıdığı siyasi bagajla da ilişkili.
Coğrafi koşullar, çetin kış şartları, devletin seferberlik etmekteki hafif tabirle gönülsüzlüğü(?), sorumsuzluk, ihmâlkarlık ve türlü başka etken ortaya bir felaket resmi çıkmasına sebep oldu. Toplumdaki psikolojik yarılma kendini en net biçimde kitlelerdeki utanma hissiyle açığa çıkardı. Birçok insanın ağzında aynı sözcük var, "Utanıyorum!". Zaman ilerledikçe ortaya enkazlardan iletilen çeşitli "acı" fotoğrafları yayılmaya başladı ve görüntüler toplumdaki şok dalgasını tetikledi. Yardım çağrılarına sivil girişimler ve halk kitleleri olabildiğince karşılık vermeye çalışırken afet bölgesine devasa bir kaos hakim oldu.
Günler geçtikçe ortaya bir başka şok edici sayılabilecek haber düştü. Bilhassa kültür sanat çevrelerinin gündeminde belirgin olarak yer tutan haber, Gazete Oksijen adlı yayın organında depreme dair yapılmış bir içerik çalışmasının duyuruluşu oldu. Bir grup yazarın deprem bölgesinden ulaşan "dramatik" anları aktaran çeşitli fotoğraflara yazdıkları kısa metinlerin okurlarla buluşturulması sosyal medyada şaşkınlıkla karışık bir infiale yol açtı. Gazete Oksijen'de yayımlanan içerik edebiyat çevrelerinde, hem diğer yazarlar ve sektör çalışanları hem de okurlar arasında bir öfkeyi tetikledi.
Cenazeleri toprağa vermek
Bu, özellikle edebiyatla ilgili çevreler tarafından yöneltilen eleştirileri taşıdığı için büyük ölçüde organik bir tepkiydi. Dışarıdan bir yönlendirmeden, manipülasyondan, egemen anlayışın dikte ettiği bir fikirden ziyade daha içeriden olan ve depremin yıkıcı etkisinin altında ezilenlerle dayanışma geliştirme gayreti gösteren bir kitlenin duygusunu ifade ediyordu. Bu öfkeli eleştirilerin zeminini oluşturan fikirler uzun zamandır medya/sosyal medya bağlamında tartışılan konular, üzerine söylenmiş çokça söz, fikir, yazılmış yazı, yapılmış çalışma var. Başta alıntıladığım Susan Sontag'a ait cümleler tepkinin zeminini kuran ahlaki gerekçenin somutlaştığı bir perspektifi yeterince sunuyor bana kalırsa.
Ölümle yaşamın ayırt edilemeyecek ölçüde iç içe geçtiği bir facia üzerine bir grup yazarın ölçüsüzce hareket ederek, cenazelerini toprağa vermek gibi temel insani bir ritüeli yerine getirecek şartlara dahi sahip olmayanların "dramatik" görsellerinin üzerine fragman yazılar yazması haliyle geniş çevreler tarafından kabul görmeyecekti. Mesele Twitter'da içeriğin neden uygun bulunmadığına dair gerekçeleriyle geniş bir spektrumda ele alındı. Nihayetinde gazetenin yayınlamak istediği dosyaya katılan yazarların bazıları özür dileyerek geri çekildi, bazıları sorunun gazetenin sunuş biçimiyle ilgili olduğunu öne sürdü.
Kimisi içeriğin okunmadan eleştirildiğini, önyargılı olunduğunu iddia etti. Fakat sorunun esası daha derin bir noktada. İtiraz, yaşamda kalma savaşı verenleri adeta dilsizleştiren bu yazma hevesine, fotoğrafların ulaştığı kitlelerle fotoğraflananın arasındaki asimetrik ilişkinin tabiatına yönelikti. Moda tabirle "tık alma" gazeteciliği belki şimdiye kadar bu denli netleşememiş bir ortak akılla faş edildi.
Bu kendi doğalında gelişen tartışma, eleştiri ve özür mekanizması, tüm bu toplumsal hezeyanın yanı sıra (safsata olmaktan uzak) adım adım bir mantık silsilesi içinde gelişti demek yanlış olmaz.Yaşanan sürecin yakıcı atmosferinin de etkisiyle birçok kişi tarafından tahmin ediyorum ki tali görülerek gündemin gerisine itildi. Olması gereken de bu değil mi? Çünkü enkaz altında hâlâ ulaşılması gereken bedenler, toprağa verilmesi gereken ölü bedenler, mücadele edilmesi gereken fiziki ve politik zorluklar, sahiplenilmesi gereken acılı yurttaşlar ve başka birçok vazife vardı.
Linç mi?
Ama tuhaf bir şekilde bianet'te 11 şubat tarihinde "Varız tam da şu anda edebiyat yapacağız" başlıklı yazısıyla yazar Ayşegül Devecioğlu, Gazete Oksijen'in sorunlu bulunan içeriğine gelen eleştirilerle taban tabana zıt görüşlerini bildiren bir çıkışta bulundu, tabii bu yazının önümüze koyduğu şeye görüş denebilirse. Çünkü yazı kendi başına bir tartışmanın olağan ve yukarıda bahsettiğim gibi organik akışı içinde gerçekleşen zeminine dair yeni bir şey söylemeyen, konuyu tamamen had bildiren bir pozisyondan yorumlayan irrasyonel bir tavrı sahipleniyor.
Ayşegül Devecioğlu yazısında sorunlu bulunan içeriğe gelen tepkiyi linç olarak tanımlıyor "...Vay arkadaş, edebiyatçılar linç ediliyor," diyor. Yukarıda az çok aktarmaya çalıştığım kolektif eleştiriyi "linç" olarak tanımlamak kendi başına haksız bir tutum olsa gerek. Linç kavram olarak (fiziki veya değil) akla dayanmayan, yargılamadan uzak bir kitlesel saldırıyı tanımlar ve çoğunlukla nihai olarak ölümü-öldürmeyi hedefler. Buna sosyal ölüm de dahildir. Ölümün bu kadar çarpıcı haliyle geniş toplulukların arasında vücut bulduğu bir atmosferde bu ifadeyi nereye yerleştirmek gerekir diye düşünüyorum. Tartışmanın sürdüğü sosyal-medya içeriklerine göz atan hemen herkes eleştirilerin akılcı bir temelde, belli ilkesel tutumları temel alarak kolektif aklın akacak doğru bir kanalı bulduğunu görebilir.
Devecioğlu'nun yazısı henüz başlığında ve yazının spotunda çok ilginç bir reaksiyonu öne çıkarıyor: Varız. Bu sözcük anlamı gereği varlığı tanınmayan, tehlike altında olan veyahut ontolojik parçalanmalara uğrayan toplulukların politik olarak öne çıkmak için kullandıkları bir ifade biçimi. Elbette edebiyatçılar faşizm koşullarında baskının çeşitli biçimleriyle yüzleşmek zorunda bırakılıyorlar. Fakat kim/ler tarafından? Elbette bir toplumsal yarılmanın ortasındayken, uygunsuz bir medya girişiminin kendilerinde yarattığı öfkeyi dillendiren edebiyatla ilgili kitleler tarafından olmadığı kesin. İnsanın aklındaki soru dile geliyor, kime karşı varsınız? Devecioğlu görüşünü bildirmeye şöyle devam ediyor:
"Arkadaşlarımın işlediği suça katılıyor, özür dilemeye hiç gerek olmadığını beyan ediyor, edebiyatçıları tam da bu zamanda edebiyat yapmaya davet ediyorum."
Belirsiz alan
Bunu söyleyerek halihazırda özür dilemiş olan yazarların iradesini hiçe saymasını bir kenara bırakırsak burada suç olarak tanımladığı şeyin tam olarak ne olduğunu açmıyor, böyle bir suç, dolayısıyla suçlulaştırma varsa yine bunun hangi çevreler tarafından yapıldığını belirsiz bir alana itiyor. Halbuki benim karşılaştığım kadarıyla eleştiriler bir suçlu veya suç yaratmak gayretinde değil, hem edebiyatçının sorumluluğunu hem de etik ilkeleri ihlal eden bir girişime karşı çıkma fikrinde buluşuyordu. Yazının devamında eleştirileri sahiplenen topluluğun edebiyatın ve estetiğin ne olduğunu bilmemekle itham edilmesi gibi başka nahoş ifadeler de kullanılıyor.
Devecioğlu'nun çıkışı bende, yazarların söz üretmesi gereken ve edebiyat yapması gereken zamanlar üzerine çok da kafa yormadığı izlenimi yarattı açıkçası. Edebiyatçıların baskıcı rejimlere karşı ses çıkarmalarıyla, yanlış zamanda yanlış bir çerçeveyle okura gerçeğin gerisine düşmeye mahkum fragman yazıları sunmaları arasındaki majör farkı görmezden gelmiyorsa da kavrayamıyor anlaşılan. Çünkü bu yazıyı yazdığım sırada depremin yarattığı yıkımın sonucu resmi rakamlara göre 20 bin ölü, 80 binin üzerinde yaralı insan demekti. Ve deprem 10 şehirde 13 milyondan fazla kişiyi doğrudan etkiledi.
Toplumsal travma
Ülkedeki dolaylı etkisinin ne kadar geniş olduğunu anlamak için çok da ileri görüşlü olmaya gerek yok. Toplumsal travma neredeyse cisimleşmiş haliyle önümüzde ve kendini dayatıyor. Duyguların açıktan dillendirildiği sosyal medya paylaşımları bir yana, ülkenin yıkılmayan şehirlerinde, sokaklarında, caddelerinde, yardım toplanan binaların önlerinde, kan bağışlama kuyruklarında, marketlerde ihtiyaç listelerini karşılamaya çalışan insan yüzlerindeki ifadelere bakmak zamanın neye işaret ettiğini kavramak için yardımcı olacaktır. Bir edebiyatçı kendini böylesi bir zamanda, bir felaket senaryosunun adeta havada asılı kaldığı bir momentte bu görüntünün dışında görecek kadar yabancı saymamalı bana kalırsa.
Hal böyleyken Devecioğlu'nun önerdiği şey su verilmezse ölecek olana, onu yaşama döndürme çabasını bir kenara iterek şiirler okumak kadar anlamsız olabilir. Ben edebiyatın yaşamın üzerinde olmadığını düşünenlerdenim. Belki de bunu dikotomi olarak ele almadan, sadece duygularıma ve kişisel önceliklerime istinaden yaşamın daima edebiyatın üstünde olduğuna inanıyorum. Bunun tersini düşünen, bu yönde reflekslerle hareket eden birçok yazar (ve haliyle okur da) var elbette.
Edebiyatın kutsallığına, işlevselliğine, uyuşmuş kitleleri harekete geçireceğine dair güçlü inançlarının altında, yazarak var olma hevesinin dayattığı ve maalesef kendilerini her şeyin merkezinde görme eğiliminin olduğunu gözlemlemek zor değil.
Tartışmaya dair bilgi notu: Dosyaya katkıda bulunan Ayfer Tunç gibi yazarlar ardı ardına yaptıkları açıklamalarla, özür dilediklerini belirtti. Oksijen daha sonra yaptığı açıklamayla, deprem dosyasının tanıtımında kullandığı bazı ifadeler için özür dilerken içeriğinin arkasında durdu. Gazete 'Yaralı ruhlarımıza pansuman niyetine' başlığıyla yayımladığı başka bir yazıyla da gündem oldu. Yazıda depremden psikolojik olarak etkilenenlere izleyip, okuyup, dinleyip "rahatlayacakları" filmler, kitaplar ve podcastler önerdiler. |
(ACY/TY)