“Yaşamak, bizim en büyük özgürlüğümüz artık
Acıların, gözyaşlarının da bilincine vararak
Bağırıp çağırmadan, boyun büküp ağlamadan
Yaşamak… enginlerde salınıp, yücelerde coşarak.”
Ahmet Erhan-En Büyük Özgürlük
Sözsüz şarkıların sesi yüksektir. Bir sözün kapsayacağı sınırı belli yerin yüzölçümünden fazladır dünya denen seyirlik alandaki mevcudiyetleri. Usulca sızarlar kesif bir sessizliğin sükunete sığınmış köşelerine. Tıpkı, hayat olanca hızıyla o büyük çemberinin içinde bizi döndürüp dururken, uzama düşman bir uzaklığın, bitimsiz bir zamansızlığın orta yerinden hiç tanımadığımız insanların anlattıkları gibi. Şarkı başlar, mevsimler sıralanır, bir serçenin telaşıyla başlayan günler, karanlığa emanetçi yorgunlukların iziyle kapanır. Sesler ve sözler insan yüzlerinin ardına düşünce, paslanmış duyguların o eski demir keskinliğini andıran halinden eser kalmaz. Çünkü insan, sadece yakınındakini duyar. Uzağındakinin sesini duymak avcunun içinde sakladığı ömür çizgisinin bittiği köşenin kuytusudur. Bir çocuğun ağlayarak geldiği hayatın ömrüne kattığı yol, doğum ve ölüm arasındaki o sözsüz şarkının hem neşesi hem hüznüdür. Değil midir ki bir doğum kutlanırken saymayı da öğretir umuda sırtını vermiş uzun gelecek, her bir yaş, gökyüzündeki yıldızlar gibi sırasını şaşırmasın diye “1” ile başlar. Zamanın hayata uzun, insana kısa gelen sesinin yankısı kapanır her bir sayının üzerine. Bir, iki, üç… On, on beş, yirmi… Birikir, birikir sayılar, yaş olur her yılın vedasına, ölünceye kadar. O sözsüz şarkıların içinden, uzak bir yerden gelen sestir hayat toprağına sızan. Ansızın… Dinlerken, bir sarılmayla, bir bakışla, bir dokunuşla geçecek özlemin, bekleyişin, mücadelenin, direnişin, yüzleşmenin, gerçeğin, duygunun ve ruhun sesini kalbin orta yerine üç kelimelik bir cümleyle yazar: Korkma Kimse Yok!
Korkma Kimse Yok, editörler: Sibel Öz ve Ayşegül Tözeren, Notebene, 2014, Ankara, 224 sayfa. |
Korkma Kimse Yok, bir ilk sözdür kitap kapağının ardına sakladıklarıyla. Tıpkı kitabı başlatan ve sizinle tanıştıran “bazen sadece bir kitap değildir elinizdeki…” cümlesi gibi. Evet, değildir. Okuduğunuz romanlara, öykülere, dizeleriyle hayatı, özlemi, bekleyişi, aşkı anlatan şiirlere benzemez. Hayal edilen o yeşil ülkenin tasviri daha nettir aslında. Bazen bir cümlelik bazen sadece iki kelimeden ibaret. Korkma Kimse Yok, bu sebeple bir kitaptan daha fazlasıdır. Bir tanıklık aynı zamanda. Anlatanlarına duyduğunuz yakınlık, aranızdaki mesafelere ve insanı içinde öğüten taşın, betonun gökyüzünü kapsamayan ürkütücü griliğine inatçıdır. Kurgudan uzak yalın gerçekliklerin tanıklığı, bir insanlık hikayesini, o hikayenin sahiplerinin anlattıklarıyla tarihe bırakılan silinmez bir iz haline dönüştürür. Duvarlar yıkılır. Hücrenin kapısı açılır. Avludan taşan ses size ulaşır. İsteseniz de ne yılların içinden kazınır o izin kırılgan çizgileri ne de belleğin karanlık dehlizlerinde kaybolur gölgesinin genişliği. Öylece durur. Çokça tarif edilemeyen duyguların tonlarca ağırlığı ve inadına yaşam arzusunun özgürlük isyanına karışan haykırışı müsait olup olmadığınızı sormaz, sayfalar, sayfalar boyunca. Okudukça her bir yazı size bir insanı da tanıtır: Ergin, Mahmut, Nizamettin, Rahim, Salih, Hayri, Ali, Yüksel, Nuri, Sait, Deniz, Muhabbet, Metin, Mehmet, Vahap, Yüksel ve Zeynep… Günün herhangi bir anında, saatlerin kovaladığı yol boyu sürgün bakışlarınızda, kalabalıkların sizi sessiz bıraktığı yalnızlık gürültüsünde “merhaba” dersiniz her birine. Onlar konuşurken siz sadece dinler mi sanırsınız kendinizi? Susmaz dünya. Durulmaz hayat. Bitmez sorular. İçerisi neresi, dışarısı ne kadar uzak diye sorarken yakaladığınızda içinizi, onlar aslında size uzak kaldığınız hayatı anlatır, siz, onların bıraktığı yerden hayata devam edersiniz. Sibel Öz ve Ayşegül Tözeren’in editörlüğünü yaptığı kitap, çöl olur, taş bırakır, zamana döner, özleme dokunur, insana bakar ve sesleri duyurur. Sonra ne mi olur? Sözsüz şarkıların sesi yükselir ve kitabın içindeki her cümle o şarkıların eşliğinde tamamlanır.
Düşünmenin suç, mücadelenin sakınca ve direnişin aykırı görüldüğü bu ülkenin makus talihi, umarsızca dönüştürdüğü insan hayatlarının öyküsüne eklemlenir. Yıllar geçse de değişmemiş tek gerçek budur. Devlet eliyle ağırlaştırılmış müebbet cezanın yine devlet eliyle olanca hoyratlığıyla çektirildiği F tipi hapishaneleri, tutsakları sadece hayattan değil kendinden tecrit eden bir iktidar mantığının cisimleşmiş halidir. Korkma Kimse Yok, devlet hükümdarlığının bir varoluş meselesi olduğu ülkenin içinde, yaşadıklarını anlatan insanların hücre kapısını kırdığı anahtardır bu yüzden. Bir hücrenin demir kapısının ardına tek başına bıraktıklarının “insan” olduğunu unutan, doğduğu gün hayata yeni bir umudun heyecanını muştulayan insanı taşın soğukluğuna, güneşsizliğin karanlığına ve sessizliğin bıçak sırtı yoksunluğuna mahkum eden iktidarın en meşru pratiği “yok saymak”tır. Görünmez kılmak. Kitap devam ettikçe 16 insanın yoğunlukla birleştiği duyguların özü bu yüzden kitabın bölümlendirmesine denk düşer. Onlar çöl demiş, taş demiş, zamansız mezar demiş önlerine konulan ve insanın ruhunu en ince yerinden zedeleyen o cümlenin altına imzalarını atarken hissettikleriyle: “ölünceye kadar.” Ölünceye kadar yasak! Her şey…
Hücre…
Neden mi çöl? Çünkü çöl “sarı ve rüzgar…”[*] Geniş ve sonsuz, anlamsız ve yalnız, sıcak ve bunaltıcı, soğuk ve ıssız. Uçsuz bucaksız. Kaçışa olanak vermeyen bir tekinsizlik içinde ortası, kenarı, sağı, solu aynı. Çıkışsız bir tünelin, ışığı saklayan genişliği. Rüzgarın sesiyle başlayan hikayeler. Kırılgan bir ezginin rengi olan sarı. Aynı kalan zaman. Çölde aranan suyun hayat olduğunu anlatan Ergin, Mahmut ve Nizamettin. Ölü bir zamanın mavi ve yeşile boyanmasını hayal ederek kalbi ve ruhu çoraklığa terk etmemek gerektiğini tekrarlamak onlarla... İnadına, inadına varolmak için. Tıpkı Ergin’in dediği gibi: “Onlar için çukurda, taş yığını içinde ve çölde olmak fark etmez. Nerede ve ne yapıyorlarsa orada arar ve zamanlarını yaşarlar.”
Neden mi taş? Çünkü bazı şeyler “çaresizlik üzerine…” Katı ve pürüzlü, demir ve paslı, oyuk ve derin, tecrit ve mezar. 4,5 metre uzunluğunda 2 metre genişliğinde... Geçtiğiniz sokaklarda ya da evinizde arada dokunduğunuzda duvarlara ne kaldı elinizde? Parmaklarınızı yokladığınızda teninizi acıtan, kokusunu duyamadığınız ne? Taşın içinde geçen mevsimleri kovalarken avluda yapılan bir “kardan insanı” ayaklarıyla parçalayan devlet hakikati baharı getiren olur mu hiç? Rahim, Salih, Hayri anlatsın size taşın sadece yol kenarına biriken küçük parçacıklar olmadığını. Salih’in yazdığı kalsın aklınızda: “hücreler sadece zindanın bir bölümü değil, altı üstü ve dört tarafı beton bloklarla kapatılmış taştan bir oyuktur…”
Zaman… Sait sorsun hepimize: “…Nedir zaman? Maddenin uzay ve uzamdaki hareketi. İnsan için mekân yine kendisi yani insan. Ve o mekânda o insanın eylemidir, duruşudur, tavrıdır zaman…” Ah, o her şeyi, insanı, hayatı, dünyayı kapsayan “damla ve rüzgar…” Zaman, kovalanırken biriken, ağırlaştırılmış ve saklanmış, kurgu ve gerçek, uyum ve uyumsuzluk, dün, bugün, yarın, uzun yolculuk işte… Hücrede günde üç defa zaman. Hücrenin kapısına gelip varlığınızın tekil sayısını görmek istedikleri anların toplamı. Ali, Yüksel, Nuri ve Sait’in anlattıklarıyla. Sırrını size pek vermek istemeyen mektupların kelimelerini zarfa koyup kapattıktan sonra tek kişilik bir hayatın zamanına yapıştıracak pul bulamamak gibi hücrenin tanımsız zamanı. Ya biz dışarıdakiler? Hangimiz diyebildik Nuri gibi: “Zamanıdır duvarları yıkmanın, giydirilen ölüm gömleğini sıyırmanın.”
Peki özlem: o, “gitmek izlerin ardından…” Tarih tarih anlatılan bir kavuşma ihtimalinin kalbi havalandırdığı yer. Genellikle bir saat, çoğunlukla “hep.” Orada mısın diye sorabileceğin bir insanın varlığını hissettiğinde türküleri hatırlamak, söyleyemediklerini anlatsınlar diye. Deniz ve Muhabbet yazmış uzun uzun. Özlemin mevsimi kışsa, zamanı belirsiz bir kavuşmanın burukluğuna saklanmış olan, “görüşmek umudu.” Hücre, büyük bir demir kapının ardına sakladığı özlemleri ıssız ve sessiz bırakan. Muhabbet’in bize bıraktığı iz misali: “İyiyim ama bir insan özlüyorum. Kızdığım, sevdiğim bir insan. Görmek istemediğim, omzuna başımı koymak istediğim bir insan. ‘Ne güzel bir gece’ diyecek bir insan…”
Ya insan? O hep var, hücrede, duvarlarda, taşa sinmiş kendi seslerinde, avluda daha fazla güneş gören bir kertenkele olma isteğinde, taşı yaran bir çiçeğin küçük yapraklarında, yan hücredeki insan duysun diye bağıran avazın içinde, yazılan mektuplarda, koğuştan alınıp hücreye götürülürken söylenmek istenen her cümlenin virgülünde, dostlara sarılamadan ayrılmanın nefessiz bırakan adımlarında… Yani “gitmek ve bekleyiş”in her anında. “Korkma kimse yok” diye cevap veren duvarların çatallı sesinin içinde, hücrede tek başına içilen çayın sıcaklığında, yalnızlıkta, ayak seslerinde, hücreye giden koridorların uzunluğunda, okunan kitaplarda, heyecanla beklenen mektuplarda. Metin’le, Mehmet’le, Vahap’la insan hep var. “Yalnızlığın sularında zaman kurban edilirken, kızgın lavlar arasında bakıyorum ufkumda görünene; İNSAN” diyen Mehmet’in cümlesinde…
Bir de sesler… “sesler ve dün.” Susmak ve susturulmak, renkler ve karanlık. Duyulmayan seslerin tınısını günün belirli saatlerinde insan sesinde ararken konuşmayı unutmamak için kendiyle konuşmak. Vapurları hayal etmek, denizi düşlemek, hücrenin kapısının sesi arasına sıkıştırılan gökyüzünün, güneşin, dağın, taşın, toprağın, çiçeğin, özgürlüğün ve bir ağaçtan bir ömür yaratan günlerin içindeki insanların, “Gezi”nin, Zeynep’in, Yüksel’in, Deniz’in ve Nizamettin’in sesini duymak. Merdivensiz kuyuların dibinden, yaşayarak, yazarak, düşünerek, varolarak çıkan insanların hücre duvarlarına en güzel fotoğrafları gibi yerleştirilen mevsimlerini, aylarını, günlerini dinlemek Zeynep sorarken: “Kendime, pencereye yansıyan yüzüme bakıyorum ve beni de alıp götürsünler diye kuşların kanatlarına asılı kalıyor gözlerim. Sonra ardımdaki sese, hücremin kapısına doğru dönüyorum. Gardiyan kolu çeviriyor, kapı açılıyor. Sahi özgür olan kim?”
Sahi özgür olan kim?
Onlar?
Biz?
“Dışarıda” olan onlar, “içeride” olan biziz. Yaşadığı günlerin değerini bilmeyen, küçük hayat telaşları içinde memnuniyetsiz ve mutsuz insanlar olarak varolan, insan ilişkilerini tüketen, birbirimize uzun cümleler kurmaktansa teknolojinin kısa cümlelerine mahkûm ettiğimiz içi boşalan benlikleri taşıyan, sahte gülümsemelerinin ardına binbir şikayet saklayan, küçük mutluluklardan ziyade hayal edilen kocaman teselli mutluluklarının peşinde koşan biz, hepimiz… İçerideyiz. Çünkü bizler duvardaki bir kertenkeleyi hiç kıskanmadık güneşi bizden daha çok görüyor diye. Bir hücrenin içinde iki adım daha fazla atalım diye yaşamsal önemi olan minik bir buzdolabından vazgeçmedik. Ablamızın öldüğünü bir görüş günü öğrenmedik. Normalde günde dört saat olan lakin devletin “iyi hal” kriterlerine uymazsak bir saate düşürülen havalandırma için neler yapacağımızı hayal etmedik, bir taşın kenarından çıkan bir çiçek için sevinmedik, tek başına yaşanan bir hücrede her gün sayılmak için üç kişi devlet tekmili vermedi. Duvarlar bize “korkma kimse yok” demedi, konuşmayı ve sesimizi unutmamak için günün belirli saatlerinde kendi kendimize konuşmadık. Kalabalıklar arasındaki yalnızlığımıza yeni dünya düzeni dedik, bir otun nasıl büyüdüğünü görmek ve onunla mutlu olmak için ekip büyütmedik, yaz(a)madık uzun mektuplar. Biz, hiçbirimiz önümüze uzatılan bir kağıtta “ölünceye kadar” ibaresinin altına imzamızı da atmadık. Kendi duvarlarımızın içinde, ardında, önünde yaşadık durduk sahici bir özgürlük hayalini kurmadan. Korkma Kimse Yok, 16 insanın bize seslenişi bu yüzden. “Aldırma gönül” deyişleri. Kitabın 221 sayfalık öykülerini bitirdiğinizde gönülden bir teşekkürünüz olacak o insanlara. Size hayatınızı havalandırmanız gerektiğini hatırlattıkları için. (FD/HK)
[*] Her kitabın cümleleri arasına sıkışmış sesleri ve şarkıları vardır. Korkma Kimse Yok’u okurken o güzel insanların yazdıklarına yoldaş olan seslerin sahibine, Erdal Güney’e ve Perihel albümüne teşekkürlerimle…