* Fotoğraf: Mustafa Kamacı - Ankara/AA
Bu ülkede yazmak için konu aramaya gerek olmadığı hep söylenir; konu sizi bulur zaten. Özellikle 12 Eylül 1980 öncesinde en iyi mizahın üretildiği ülke olmamızın (Aziz Nesin öyküleri ve Gırgır Dergisi başta olmak üzere) tesadüfi olmadığı gibi, absürt işler ve bunların doğurduğu sonuçlar bakımından da konu bulmanın en kolay olduğu ülkede yaşıyoruz.
Bu sonuçların, mazlum ve yoksul kesimlerin ödediği büyük bedeller ve acılara dönüşmesi çok can acıtıcı olsa da; bütün bu yaşananların kara mizah tarihinin en çarpıcı örnekleri olduğuna hiç şüphe yoktur.
Uzay Ajansının kurulduğunun ilan edildiği günde, Ajansın kurucularından birinin, basit bir sinyalizasyon eksikliği nedeniyle tren kazasında yaşamını yitirmesi; yetkililerin sinyalizasyonun zorunlu olmadığına dair açıklamaları veya Dicle Barajının kapaklarından birinin kopmasının aşırı yağışlara bağlanması başka nasıl izah edilebilir!
Konuyla çok ilgili olmamasına karşın, birkaç gün önce geç saatlerde izlediğim bütçe görüşmelerinde yapılan bir konuşmayı, üstteki paragrafı doğrulaması bağlamında yazmadan geçmeyeyim:
Bir futbolcu eskisi milletvekili, yine aynı statüde bir milletvekilinin davranış biçimini savunmak için mealen şöyle dedi:
“Biz yarım kiloluk topa, 70-80 km hızla gelirken, yirmi yıl kafa attık; bu yüzden bizim bazı davranışlarımızı mazur görün.” İsimleri bilerek yazmadım çünkü bir önemi yok. Bu konuşmanın da o kadar önemli olmadığını biliyorum.
Ama bu konuşmanın, TBMM’de; Adalet Bakanlığı bütçesinin, dolayısıyla ülkedeki adaletin ve o gün yaşanmış olan Ankara tren katliamına ilişkin düşüncelerin sıkça dile getirildiği; bu tür katliamların son yıllarda sıkça yaşanmasının nedenleri üzerine yoğun tartışmaların yapıldığı bir ortamda yaşanması ve ülkenin geleceğine karar veren kişilerin birikimlerini göstermesi bağlamında kayda değer olduğunu düşünüyorum.
Asli konumuza dönecek olursak, aşağıda sıralanan tweet’ler, Twitter sayfama peş peşe düşmeseydi, son Gürcistan depremleri üzerine yapılan çalışmaların, Karadeniz faylarının aktif olduğunu ve gelecekte, her an bir büyük deprem üretme olasılığı taşıdığı tezleriyle bağlantılı olarak; Bölgede deniz dolgu alanları üzerinde yapılan büyük mühendislik yapılarını gelecekte bekleyen tehlikeler üzerine yazmayı düşünüyordum.
Bu konulara, yapıların oturduğu sağlam olmayan zeminler dolayısıyla birkaç yazımda değinmiştim. Karadeniz içindeki fayların yeterince araştırılmadığı bilim insanlarınca kabul edilen bir gerçeklik ve aktif oldukları üzerine yoğun tartışmalar olan bu faylarının bu zeminlerde yaratacağı sıvılaşma etkisini yeniden konuşmak gerekli diye düşünüyorum. Kıyılardaki ve dolgu alanlarındaki bütün yapı stokunu göz ardı etmeden, yeni yapılan büyük projelerin, bu bağlamda yeniden ele alınıp değerlendirilmesi gerekli.
Bunlara onlarcası eklenebilir elbette. Bu işler neden hep bizi buluyor diye düşünmeden edemiyor insan. En güvenli ulaşım sistemleri nasıl oluyor da en riskli hale dönüşebiliyor? Onlarca insan yaşamdan koparılıyor; geride kalanların hayatları anlamını yitiriyor! Daha bir olay açıklığa kavuşturulamadan üstüne bir başkası geliyor! Bunca olaydan ders alınmıyor ve asla bir sorumlu hesap vermiyor! Bilimin ve tekniğin gerekleri değil de, günlük siyasetin popülist yaklaşımları hükmünü sürdürüyor.
Oysa demiryolu hikayemizin tarihi büyük başarılarla dolu. 1934 yılında dönemin Bayındırlık Bakanı’nın dayatması sonucunda, Devlet Demiryollarının ray siparişi Kırıkkale’de kurulan fabrikamıza verilmek zorunda kalınır. Türkiye’de ilk ray bu dönemde yapılır. Devlet Demiryolları yöneticileri, rayın niteliklerini Almanya raylarıyla kıyaslamak üzere İsviçre’ye gönderir.
Sonuç; bizim rayların Almanya rayından dört kat daha dayanıklı olduğu şeklindedir. Bu gelişme, 1923’te 1.378 km olan demiryolu uzunluğunun, 1943’te 7.000 kilometreye ulaşması sonucunu doğurmuştur.
Sonraki yıllarda komünist icadı diye gözden düşürülen demiryolları, emperyalist dayatmalarla karayolu tercihine yönlendirilen ülkemizde çağın çok gerisinde kaldı. Son yıllarda yoğun olarak ulaşım sistemimize entegre edilmeye çalışılan hızlı trenler; yıllara yayılan dengeli ve bilimsel bir sürecin değil de, gerekli alt yapı yatırımlarının eksikliğine rağmen, günlük siyasetin argümanı durumuna getirildiğinde bu faciaları yaşamaya devam edeceğiz.
Ekim 2015’te Ankara’da yaşanan ve kaldırımda bekleyen on iki insanımızı öldüren otobüs katliamına ilişkin; bianet’te ‘Kaldırımlarında öldük ey garip ülkem’ yazımı aşağıdaki paragrafla bitirmiştim:
“Ulaşım politikalarımızı sorgulamayıp, olayı otobüs şoförünün dikkatsizliği veya otobüsün bakımı ile ilişkilendiren görüşler mutlaka söylenecek. Yazıyı yazarken TV de konuşan bir belediye yetkilisi şoförün sekiz yıllık olduğunu söyleyerek savunmaya geçmişti. Bir muhalif milletvekili otobüs bakımlarının gereği gibi yapılmadığını söyleyerek muhaliflik görevini yapıyordu. Neyse ki şoförün bu kez herhangi bir sağlık sorunu yoktu. Kalp krizi de geçirmemişti. Bu yüzden bir tuhaflık vardı. Araştırılıp sonuç kamuoyu ile paylaşılacakmış. Bekleyelim bakalım. Belki de ülkemizin ulaşım politikalarını sil baştan değiştirmek gerekir diye bir sonuç çıkar! Kim bilir!”
Elbette öyle bir sonuç çıkmadı. Hepsi unutuldu gitti. Acıları yaşayanlar hariç, kimse olayları bile hatırlamıyor. Bu facia da unutulacak. Neleri unutmadık ki? İnsan yaşamının her geçen gün değersizleştiği günlerden geçiyoruz. Ama güzel günlere dair umudu da yitirmemek gerekiyor… (Şİ/EKN)