Dicle Haber Ajansı’nın bildirdiğine göre Cizre’nin Nur Mahallesi’nde rahatsızlanan Muhammed Tahir Yaramış isimli 35 günlük bebek, polisler tarafından ambulansın girişi engellendiği için dün sabah saat 03.00 sularında yaşamını yitirdi. Baba Abdullah Yaramış, 112’yi aradığını ve ambulansın evlerinin 100 metre ilerisine kadar geldiğini ancak sokağın başında bekleyen zırhlı aracın ambulansın eve gelmesini engellediğini söyledi.
Tunceli’de Şehit Nahit Bulut Polis Karakolu’na düzenlenen silahlı saldırının ardından çıkan çatışmada markete giderken iki ateş arasında kalıp yaşamını yitiren Ayten Günhan’ın halası Sakine Ertuğrul, “Neden taradılar, sebep neydi? Halkı neden taradılar?” diyerek tepki gösterdi.
Pekiyi bu haberlerin arasında umudu nerede bulacağız?
Kuşkusuz bir çırpıda pek çok kişi eline silah değmeyen insanların bile öldüğü bu ülkede umuttan söz edilir mi diye düşünebilir. Ama bilelim ki; bulmak zorundayız umudu. Çünkü mevcut tabloyu bizden başka kimse değiştiremez. Fark edelim ki; çocukların düşleri olan barış için gökten ayetler inmeyecek. Aksine o barışı biz var edeceğiz umudumuzla.
İnsan ne iyi ki mevcutla yetinmiyor. Hayal kuruyor. Var olanın, önünde olup bitenin karanlığına ve kötülüğüne inat başka türlü bir şeyi arzuluyor, düşlüyor daha iyiyi, güzeli ve elbette barışı.
Ancak insanı kör eden ve onu eylemsizliğe iten umuda da ihtiyacımız yok. “Enseyi karartmayalım”ın iyimserliği barışı var etmiyor. Aksine insanı eylemsizliğe itiyor ve görülen pembe düşlerin eşliğinde 35 günlük bebekler ölüyor. O nedenle insanda iradi bir sonuca yol açan, sözünü ve praksisini etkileyen bir umuda ihtiyacımız var. Yaşama değer yükleyen, dünyanın anlamını dayanışmada, özgürlükte ve barışta arayan bir umuda ihtiyacımız var. Böylesi bir umudu ancak sesimiz, sözümüz yani bil fiil kendimizle var edeceğimizi gören bir umuda ihtiyacımız var. Vahşet haberlerinin arasından böylesi bir umudu var edebilmeye ihtiyacımız var.
Oysa bazen karanlık ve kötülük insanın üzerine tüm gücüyle çöker. Sözün anlamsız kaldığını hisseder insan. Gördüğü ve idrak ettiği kötülüğü önleyemediğini görünce kabuğuna çekilir. Hayatı değiştiremediğini görünce görmemeye, bakmamaya, duymamaya başlar ve “uyum sağlama” refleksi ağır basar. Kıyıya vuran çocuklara gösterilen acıma duygusu toprakların öte yanı için gösterilmez olur. Oysa batıda da doğuda da çocukların ölüme vurmasına isyan etmeliyiz. Reddetmeliyiz. Tüm naifliğimizle, bu dünyanın ve bu toprakların reel politikliğine inat o naif ütopyamızı anlatmalıyız tam da bu günlerde birbirimize, hem de ölümlere inat. Söz ve eylemlerimizle karanlığın ve kötülüğün ortasında bir mum alevi olabilmeliyiz tüm kuralsızlığımızla.
Bunun için istemekten vazgeçmemeliyiz. Ölümler yağmur gibi üzerimize yağarken barışı ve yaşamı istemeliyiz tüm kimliklerimizin ötesinde sadece insan olarak. Sıradan insanlar olarak, insanlık değerimizin ancak istemekte saklı olduğunu daha çok hatırlatmalıyız birbirimize. Ve sahici bir umudu var etmeliyiz istemlerimizle. Dahası inanmalıyız geleceğe; ama boş bir hayalcilikle değil, umudun ve istemenin değer yaratan var ediciliği ile inanmalıyız geleceğe.
Barış dolu bir gelecek için istemenin tanıklıktan geçtiğini görmeliyiz. Üçüncü bin yılın egemenlerinin bir yandan hayatı kutsarken, diğer yandan kimileri için kurban olmayı bile yasakladığını görerek tanık olmalıyız kurban bile sayılmayanlara. “İstisnai” durumu genelleştirerek herkesi kendisi karşısında çırılçıplak kalmaya zorlayan kötülüğün karşısına, öldürülen ancak kurban edilemeyen 35 günlük Muhammed’in ve Ayten’in tanıklığıyla çıkmalıyız.
Görelim ki; biz tanık oldukça kurban edilmeden ölüme mahkum edilenler hayatımıza dahil olacak ve o kurbanların acılarından gören, talep eden ve dahası talebini sözü ve eylemiyle umuda dönüştüren insanı var edeceğiz. Tıpkı koca şairin dediği gibi; dayan kitap ile / dayan iş ile / tırnak ile, diş ile, / umut ile, sevda ile, düş ile / dayan rüsva etme beni…* (OE/HK)
* Ahmet Arif, Anadolu