Batıl bir inançla değil, ama politik gerekçelendirmeyle söyleyeceğim. Ocak ayı “uğursuz” bir ay. Türkiye İnsan Hakları Vakfı (TİHV) raporlarına göre tam 467 faili meçhul cinayet işlenmiş 1993 yılında.[1] Ya da “faili belli 467 faili meçhul” cinayet.
31 Ocak 1990’da Mülkiye’den hocam Muammer Aksoy’u, 24 Ocak 1993’te Uğur Mumcu’yu, 8 Ocak 1996’da Metin Göktepe’yi, 19 Ocak 2007’de Hrant Dink’i öldürdüler.
Çağdaş Gazeteciler Derneği (ÇGD) verilerine göre, Türkiye’de mesleklerini icra ederken rahatsız ettikleri nedeniyle öldürülen gazeteci sayısı 81. ÇGD, ilk ölümü 1905 olarak tarihliyor. İlk öldürülen ise Ahenk gazetesi sahibi, yazarı gazeteci Tevfik Nevzat. Nevzat, II. Abdülhamit’e muhalif bir gazeteciydi, kalebentliğe mahkum edildi. Adana’da cezasını çekerken, intihar süsü verilen bir ölümle de hayatını kaybetti.
Ancak, 1990’lar boyunca işlenen ve aralarında 37 gazetecinin de bulunduğu “faili belli faili meçhul” cinayetler arasında Uğur Mumcu cinayetinin farklı bir etkisi var Türkiye’nin yakın tarihinde. Nitekim bu yüzden on binler uğurladı Mumcu’yu ve bu bir tür, “artık yeter” manifestosuydu.
Çünkü Uğur Mumcu, sadece gazete yazıları değil, ekran görünürlüğü, kitapları ve kamuoyu nezdinde çok yankı uyandıran araştırma dosyaları nedeniyle yakın tarihin en etkili gazetecilerinden birisiydi. Hazırladığı dosyalar, ülke içinde ve dışında silah kaçakçılığı, uyuşturucu ticareti, bunların ulusal, bölgesel ve küresel politik güç merkezleriyle ilişkilerini ortaya koyuyor; hem çok okunuyor hem de gündemi belirliyordu. Ayrıca, gelecek politik tehlikeler hakkında bugün yerinde olduklarını daha iyi anladığımız öngörülerde bulunuyordu.
Diğer yandan Uğur Mumcu’nun, muhalif kamuoyunun etrafında toplandığı bir mecra olan Cumhuriyet Gazetesi’nde çalışıyor olması ve isminin bu gazeteyle özdeşleşmiş olması da önemliydi. Bu arada, 1980’ler öncesinde başlayıp 90’lar boyunca devam eden koyu karanlık iklimde Cumhuriyet Gazetesi’nin bünyesinde diğer önemli araştırmacı gazetecilerin de bulunduğunu ekleyerek, örneğin geçen yıl yitirdiğimiz Celal Başlangıç’ı da anayım.
Uğur Mumcu farklı siyasal görüşlerden on binlerce insan tarafından uğurlandı. Bu bir bakıma Türkiye’de 1980 askeri darbesinden sonra gerçekleşen ilk kitlesel eylemdi. Ankara’da Uğur Mumcu uğurlanırken eş anlı olarak, İstanbul’da, İzmir’de insanlar meydanları doldurdu, tıpkı benim de yaptığım gibi.
Günü dün gibi hatırlıyorum; İzmir’de yağmurlu, soğuk bir hava, bir yandan çok büyük bir öfkeyle karışık acı ve korku, diğer yandan yıllardır görmediğin “yoldaşlarla” buluşmanın, yalnız olmadığını hissetmenin teselli ediciliği. Daha sonra bunu bir de 19 Ocak 2007’de Hrant Dink öldürüldüğünde de yaşayacaktım. Bu defa İstanbul’da ve Kıbrıs’tan kalkıp gelerek. Güvercin tedirginliğinde yaşamak zorunda bırakılan Dink yine gri ve soğuk bir Ocak gününde uğurlanırken de “yine mi?”, “üstelik onun gibi birine mi?” sorularıyla karışık acı ve öfke, “şimdi sıra kimde?” korkusu gibi duygularla bir aradaydık ve birbirimizden güç almaya çalıştık. Ancak sonra “dağıldık” ve bu, belki de başka bir konuşmanın/yazının konusu.
Araştırmacı gazeteciliğin yeniden doğuşu
Ben ancak burada, ismi araştırmacı gazetecilikle özdeşlemiş Uğur Mumcu’yu, araştırmacı gazeteciliğin önemi, dünü, bugünü ve geleceği üzerine konuşarak anmak istiyorum. Çünkü bir yandan artık gazetecilik öldü, gazeteciye, hele araştırmacı gazeteciye hiç ihtiyaç kalmadı denilirken, aslında paradoksal gibi görünse de ve biz, pek o kadar farkında olmasak da, dünyada bir bakıma araştırmacı gazeteciliğin yeniden doğuşunu yaşıyoruz.
Sadece Türkiye’de değil, demokrasiyi hazmedememiş yönetenlerin bulunduğu ülkeler başta, her yerde gazeteciler ama özellikle de araştırmacı gazetecilik yapanlar bunu canlarını dişine takarak yapmaya çalıştıkları halde, araştırmacı gazetecilik ölmüyor, tam tersine giderek daha fazla önem kazanırken, dönüşüyor.
Başlangıcı itibarıyla araştırmacı gazeteciliğin derdi en geniş anlamıyla iktidar/güç sahiplerinin “sümen altına sürdüklerini açığa çıkarmak” olmuş. Örneğin, araştırmacı gazeteciliğin başlangıcının götürüldüğü 1600’lerin ortalarında, İngiltere’de sonradan adını değiştirecek olan The Parliament Scout (parlamento gözcüsü/bekçisi) adlı gazete tam da bunu söylüyor; misyonunun “Kralın muazzam oyunlarındaki entrikaları keşfetmek üzere sümenin altına gitmek” olduğunu ilan ediyor.[2]
Önemli olan şu ki, basın tarihçileri bunun İngiltere’den başlayarak ve tabi büyük mücadeleler sonucunda basın özgürlüğüne dair maddelerin bizzat anayasalarda yer almaya başlamasının önünü açtığını da belirtiyor. Yani siyasal güç merkezlerinin sümen altına attıklarını açığa çıkarmakla ilgili doğduğu ve günümüze kadar da öyle devam ettiği için, özellikle araştırmacı gazetecilik ile demokrasilerin gelişimi arasında yakın bir ilişki var.
Ancak elbette, liberal demokratik geleneğin ve kurumların daha gelişmiş ve yerleşmiş olduğu ülkelerde, medya endüstrisindeki gelişmeler ile askeri, siyasi, ekonomik iktidar/güç merkezleriyle kurulan bağımlılık ilişkilerine rağmen hala bağımsız davranabilen medya kuruluşları ve gazeteciler mevcut ve araştırmacı gazeteciliği daha az bedellerle yapabiliyorlarken, otoriter rejimlerde araştırmacı gazetecilik yapmanın bedeli çok yüksek olabiliyor.
Burada hemen Amerika Birleşik Devletleri’nde (ABD) Watergate skandalını ortaya çıkaran Washington Post’un, dönemin ABD Başkanı Richard Nixon’ı nasıl yerinden ettiğini, hatta bu yüzden, rakibi The New York Times’ın, hemen en iyi sekiz muhabirinden oluşan bir A-takımı oluşturmak durumunda kaldığını hatırlayalım.
Daha yakın zamanlarda The Boston Globe’un 2002 yılında sekiz ay çalışarak ve hiçbir şüpheye yer vermeyecek şekilde ABD’de Katolik kilisesindeki sistematik pedofili vakalarını nasıl ortaya çıkardığını, ardından İrlanda, Kanada, Avustralya, Yeni Zelanda, Hindistan’da benzerlerinin yaşandığını öğrenmemize bu haberin yol açtığını da bilelim.
Ancak aynı ABD’nin, eski CIA ve NSA çalışanı Edward Snowden’in sızdırdığı bilgileri yayınlayan The New Yok Times ve Guardian gazeteleri üzerine baskılarla bunu engellemesini, WikiLeaks’in kurucusu Julian Assange’ın Guantanamo’da mahkûmların maruz bırakıldıkları muameleler, Irak ve Afganistan savaşlarındaki sivil ölümleri vb. haberleştirmeye kalkışmasından sonra başına gelenleri de unutmayalım.
Bu arada, araştırmacı gazeteciliğin güçlü bir basın özgürlüğü geleneği bulunan, bizzat Columbia Üniversitesi bünyesinde bizzat Joseph Pulitzer tarafından ilk defa “araştırmacı gazetecilik ödülü” adıyla bir kategori oluşturulduğundan bu yana gazetecilik terminolojisine girmiş bu yoğun emek, sorumluluk, politik ve etik -bu sonuncusu çoğunlukla ihmal edilse de- bir tercih içinde “sümen altına atılanı açığa çıkarmayı” gerektiren gazeteciliğin günümüz ABD’sinde nasıl ve ne kadar yapılabileceğini de herhalde yakında göreceğiz.
Ancak şöyle bir durum da var, medya endüstrisininki dâhil, sermaye küreselleşirken, her şeye rağmen entelektüel emek de küreselleşiyor, yani araştırmacı gazetecilik de. WikiLeaks bunun bir örneğiydiyse, diğer örneği de 2016 yılında Türkiye de dâhil, çeşitli ulusal ve uluslararası güç/iktidar sahiplerinin off-shore hesaplarının “Uluslararası Araştırmacı Gazeteciler Konsorsiyom’una” (ICIJ) sızdırılmasıyla gündeme gelen Panama Papers örneği. Bu örnek, yani 214 bin kurum hakkında 1970 yılından beri tutulan ve 2.6 terabayt büyüklüğünde olduğu söylenen ve Süddeutsche Zeitung ile ICIJ’a teslim edilen belgeler üzerinden bir veri madenciliğiyle haberleştirilenler, aslında araştırmacı gazeteciliğin artık nereye doğru evrildiğini göstermesi açısından da önemli.
Türkiye’de araştırmacı gazetecilik
Ama araştırmacı gazetecilik nereye doğru evriliyor sorusuna cevap vermeden önce Türkiye’de Uğur Mumcu’nun ismiyle simgeleşen bu haberciliğin ne durumda olduğuna dair bir belirleme yapmak gerekiyor. Hepimizin bildiğini ve aslında bugün burada oluşumuzun nedenini gözeterek tekrarlayayım; Türkiye’de araştırmacı gazetecilik yapmaya kalkışmanın bedeli yüksek.
Anaakımda gazetecilik yaparken kendilerini eleştirmekle beraber, bugün varlıklarını aradığımız nitelikli gazeteciler, ya mesleği bütünüyle bırakmış durumdalar, ya da muhalif medya ve bağımsız haber siteleriyle YouTube gibi platformlarda habercilik yapmaya devam ediyorlar. Ancak araştırmacı gazeteciliğin, gazetecinin arkasına biraz yaslanarak olup bitenler arasındaki bağlantıları ortaya çıkarabilmek, analiz edebilmek için sadece günceli takip etmekten öteye geçmesini sağlayan bir zaman kullanımına ve belli bir ekonomik güce ihtiyacı var.
Oysa Türkiye’de bunu yapabilmek güç. Bir neden politik baskılar ise, diğer neden de gazeteciliğin tık alma yarışına döndüğü günümüzde artık günü değil de anı yakalayabilmek baskısı. Başka ifadeyle gazeteciler özellikle araştırmacı gazeteciliğe atfedilen eşik bekçileri olmaktan çoktan çıkıp, “eşik gözlemleyicilerine” (gate-watcher) dönmüş durumdalar. Tam da bu nedenle ama, dünyada araştırmacı gazeteciliğin en ihtiyacı olan şeye dünyada “yavaş gazeteciliğe” (slow journalism) doğru bir dönüş var ancak Türkiye’de bunu yapabilmek de ne mümkün!
Diğer yandan, araştırmacı gazetecilik esas olarak siyaset edenlerin ve güç merkezlerinin sümen altına attıklarını ortaya çıkarmak ve ilişkilendirmekle ilgili olduğu halde, bizde hep ve fazlasıyla dar gündelik siyasetin alanına sıkışmış durumda. Böyle olmasının, başka ifadeyle siyasetin en geniş tarifiyle tanımı üzerinden bir araştırmacı gazetecilik yapılamamasının nedenleri ise birden çok. İlk ve en önemli neden elbette ki gündelik siyasal gündemin peşinden koşmaktan vazgeçilip, proaktif habercilik yapmaya el vermeyen yoğunluğu.
Yeni bir acıyla, hak ihlaliyle uyanmadığımız, bir eskisini anmak durumunda olmadığımız gün neredeyse yok. Gazetecilik artık editörlerin yerini alan SEO (Search Engine Optimization) ve algoritmalar üzerinden tıklanma sayısını artırmaya dönük bir eşik kollayıcılığına dönüştüğünden beri, araştırmacı gazetecilik sadece “içerden” haber sızdırabilecek, haber kaynakları olanların yapabildiği bir tür niyet okuma alanına sıkışmış durumdaki, her gazetecinin böyle “içerden” haber alabilmesinin koşulları da yok.
Oysa veri artık hem çok, hem de siyasetin alanını çok genişleterek, hayvan haklarından mülteci politikalarına, toplumsal cinsiyet temelli ayrımcılıklarla çevre tahribatına kadar birbiriyle ilişkilendirilerek açığa çıkartılacak olanların çeşitlendirilmesine elverişli.
Bu da masa başında kalmakla yetinmeyen bir veri madenciliği yapabilmeyi, bu veriyi disiplinler arası bir bakışla değerlendirebilme becerisi ve vizyonuna sahip olmayı veya bunu sağlayacak gazeteci, yurttaş, hak örgütleri işbirliklerini, sonra da bunların nasıl okunabilir hale getirilebileceğini bilmeyi gerektiriyor.
Tam da bu nedenle bunu dünyada hakkıyla yapabilenler azalıyor ya da geniş imkânları olan ve görece bağımsız çalışabilen örneğin Guardian gibi medya kuruluşlarındaki gazeteciler değilse, serbest (freelance) çalışan, haber atlatma rekabetiyle davranma güdüsünü aşmış, bu arada tabii kendisini maddi olarak destekleyen fonlardan yararlanabilen gazeteciler yapabiliyor.
Bunu Türkiye’ye de sayıları çok az olan bağımsız medya kuruluşları yapabilecek durumda ama onların da zamanla, maddi kaynaklarla dertleri var, çok azı fonlardan yararlanabiliyor, bu fonlardan yararlanabilenler ilk hoşa gitmeyen haberleriyle birlikte kriminalize ediliyorlar ve Türkiye’de okuyucu/izleyici desteğini mobilize edebilen şanslı haber kaynağı sayısı çok az.
Özetle söylersem artık araştırmacı gazetecilik dünyada daha çok çevrimiçi ortamda erişilebilir olan sınırsız bilgilerin bir veri kazıcılığı yaparcasına okunmasına, yatay ağlarla birbiriyle ilişkilenebilen gazeteciler ve onlarla çalışmaya istekli uzmanlar tarafından disiplinler-arası bir bakışla çözümlenmesine ve yaygınlaştırılmasına dönüşmüş durumda.
Farklı bir araştırmacı gazetecilik yaygınlaşıyor
Gündelik hayat haberciliği ya da rutin haberler artık robotik gazetecilikle yapılabildiğine, yapay zeka (YZ) istenilen bilgiye anında erişimi sağlayabildiğine göre, aslında haberciye kalan tıklanma yarışından mesafelenip, giderek karmaşıklaşan çoklu krizlerin yarattığı, yaratabileceği sorunlarla ilgili sümen altına atılanlarla ilgili küresel, ulusal, yerel verileri kesişimsellikleri içerisinde okuyarak haberini derinleştirebilmek oluyor. Çünkü YZ’nin ne muhakeme edebilme gücü var, ne de haberi haksızlığa uğrayanlardan yana taraflayacak duyguları. Böylece artık bildiğimizden farklı bir araştırmacı gazetecilik yaygınlaşıyor.
Her şeyden önce artık örneğin hak örgütleri, meslek örgütleri mensuplarıyla ve ulusal ile uluslararası ölçekte haber üreten gazetecilerin ortaklaşa ürettikleri içeriklerden söz ediyoruz. Üstelik gazeteciler arasında uluslararası olarak kurulması gereken bu türden dayanışmalar kurulabildiğinde, gazeteci kendisinin haber yapamadığını, bir diğer ülkeden meslektaşının yaptığı üzerinden okunmasını da sağlamış oluyor. Ama ben bunları söylerken, bu açığa çıkarmak için gerekli açılmanın iyice içine kapanıp zenofobik hale gelen, uluslararası dayanışmadan sadece komplo çıkaranların bir ülkesi haline gelen Türkiye’de durumun hiç de kolay olmadığını biliyorum.
Neyseki bu üstelik bizden daha şanslı olmayan coğrafyalarda yapılabiliyor. Üç yıldır Fetisov Uluslararası Gazetecilik Ödülleri çerçevesinde, hak odaklı habercilik jürisindeyim ve her yıl payıma değerlendirilmek üzere her birisi en az 10-15 A4 sayfasına denk düşecek uzunlukta 70 kadar araştırma temelli haber dosyası düşüyor. Okuduklarım bir yandan beni küresel düzeyde yaşanan demokratik diye bildiğimiz ülkeler ile onlarla suç ortaklığıyla kendisini garantiye alan sağ popülist politikalarla giderek pervasızlaşarak otoriterleşen ülkelerdeki insan hakları ihlallerinin aldığı boyut hakkında dehşete düşürüyor, diğer yandan araştırmacı gazeteciliğin bu gerçek-ötesinin hükümranlığı altındaki dünyada hala daha, üstelik daha boyutlandırılarak yapılabiliyor olması gazeteciliğin geleceğine dair umutlarımı artırıyor. Şimdi işte araştırmacı gazeteciliğin hem nasıl cesaretle yapılabildiğine, hem de nasıl disiplinler-arası bir çalışma ve meslektaş işbirliğiyle yapılabildiğine birkaç örnek vereyim.
İlk örnek Meksika’dan ve rejimin, bekası uğruna 1974-81 yılları arasında öldürülen yüzlerce “iç düşmanın” -ki bunlar her zaman sosyalistler, komünistler ve demokratlar oluyor- bedenini herhangi bir iz kalmaması için askeri uçaklarla yapılan onlarca seferle okyanusun derinliklerine gönderdiğine dair bir haber dosyası. Bir itirafla yargılama başlamışken, yıllar sonra bile yapılanların üstünü örtmeye çalışan askeri otoritelerin baskısıyla örtbas edilen 32 ciltlik mahkeme dosyasını, dört gazeteci, yeni şahit ifadeleriyle genişletip haberleştirerek büyük bir cesaret örneği veriyorlar. Üstelik Meksika gazeteci cinayetleri açısından ilk sıralarda gelen bir ülke.
Çünkü uluslararası sivil toplum örgütü Article 19’a göre, 2000 yılından bu yana Meksika’da 163 gazeteci öldürüldü, 32’si kayıp. Durumun çok farklı olmadığı Venezula’da ise üç kadın gazeteci, kendisini olağanüstü yetkilerle donatıp orduyu arkasına alan Maduro yönetiminin daha en başlardan itibaren, ancak özellikle 2014 yılıyla birlikte, muhaliflerine yönelik hak ihlallerini bir özel dosya ile belgeliyorlar. Başkent Karakas’ta, üst orta sınıfın yaşadığı ve lüks gündelik hayatın bütün olağanlığıyla devam ettiği mahallelerden birisinde, bir villanın nasıl muhaliflere işkence edilen bir hapishaneye dönüştürüldüğünü, parklarda oynayan çocuk sesleri arasında işkenceye uğrayanların seslerinin hiç duyulmadığı bu atmosferi, işkencelere uğrayanların ve ailelerinin şahitlikleriyle dünyaya duyuruyorlar. (Ziverbey Köşkü’nü hatırlıyor insan değil mi?)
Sınırlar ötesi gazeteciler dayanışması
Yine bu yarışma dosyalarından bir diğeri, araştırmacı gazeteciliğin nasıl uluslararası işbirliğiyle yapıldığına dair bir örnek. Avrupa’daki 10 basın kuruluşundan 10 gazeteci, Avrupa’da kendilerine güvenle yaşayabilecekleri bir ülke bulma umuduyla yollara düşen mültecilerin nasıl üniformalı, maskeli ancak hangi ülkeye mensup oldukları, kimler tarafından finanse edildikleri belli olmayan “gölge ordu” mensupları tarafından geri itildiklerini ve şiddete maruz bırakıldıklarını haberleştiriyor.
Hiçbir Avrupa Birliği (AB) ülkesinin sorumluluk üstlenmediği bu olayı gazeteciler sekiz ay boyunca, üç Avrupa ülkesinde mağdurları ve sınır güvenlik güçlerini dinleyerek, sosyal medya ve uydu görüntülerinin, AB fonlarına dönen paraların izlerini sürerek ortaya çıkarıyorlar ve mensubu oldukları 10 yayın kuruluşu bunları yayınlıyor. Yani araştırmacı gazetecilik artık böyle, sınırlar ötesi gazeteciler dayanışmasıyla, uzmanlarla işbirlikleriyle, disiplinler arası yöntemlerle, teknolojinin kamusal sorumlulukla kullanımlarıyla yapılıyor ve etkili de oluyor.
Şöyle bitireyim, Uğur Mumcu’nun kızı, Özge Mumcu, sorulan bir soru üzerine “Babam yaşasaydı bugün bütün bulduğu o ilişkileri ağ haritaları üzerinden basitçe anlatabilirdi” diyor. Kanımca daha fazlasını da yapardı, çünkü ulusal, bölgesel ve uluslararası güçlerin sümen altına ittiklerine ve nasıl çıkar birlikleri oluşturduklarına dair ortaya koyduklarını meslektaş dayanışmasıyla belki daha da genişletir, pek çok genç araştırmacı gazeteci için siyasetin dar alanlarının sınırlarını aşan konuları dert edinmek konusunda ufuk açıcı olur, Türkiye basının da ilk bilgisayar kullanan gazetecilerden birisi olmasına bakılırsa, haberleri yine en fazla okunan ve en etkili gazeteci sıfatını kimselere bırakmazdı. Ama tabii eğer yaşasaydı ona da Mamak’tan sonra mutlaka bir iki de Silivri deneyimi düşerdi, ancak yazmaktan, araştırmaktan vazgeçmezdi….
Sözlerimi, onun ve faili belli faili meçhul cinayetlerle öldürülen bütün gazetecilerin anılarına saygıyla ve İranlı kadın şair Füruğ Ferruhzad’ın sözlerini azıcık değiştirerek bitireyim, “Kuşlar ölür, sen uçuşlarını hatırla.”
Dipnotlar:
[1] https://www.stgm.org.tr/21-yilda-1901-faili-mechul-cinayet-islendi
[2] Bill Kovach ve Tom Rosentiel, Gazeteciliğin Esasları, ODTÜ Yayıncılık, Ankara: 2001, s.18-19.
*Bu yazı, İzmir Büyükşehir Belediyesi ve İzmir Gazeteciler Cemiyeti tarafından 24 Ocak 2024 tarihinde düzenlenen Uğur Mumcu’yu anma etkinliği için hazırlandı.
(SA/VC)