Bu hızlı artışın en temel nedeni milliyetçi "hipokrasi". Bu yüzde 20'lik kesim savaş çıkmadan önce savaşa karşı çıkılabileceğini, ama savaş halindeyken ülke politikalarını eleştirmenin ya ulusal çıkarları tehdit ettiğini ya da daha naif olarak "ülkeni desteklememek" anlamına geldiğini düşünüyorlar.
Bu kesimin en can alıcı iddiası savaşı eleştirmenin Irak'ta ülkesi için savaşan Amerikan askerlerini yalnız bırakmak olacağı. Milliyetçi hipokratlar önce krizi çıkartıyor, sonra hiç yoktan"vatan evladı", "hepimizin çocuğu"ordularını savaşa yolluyor, ondan sonra içerde savaşa karşı muhalefeti yine o çocukları öne sürerek bastırmaya çalışıyor.
Yandaşlar
Irak savaşına karşı olsunlar ya da olmasınlar hemen hemen bütün Amerikalılar dünyanın yeni bir evreye girdiği konusunda ortak bir hissi paylaşıyorlar. Savaş yanlısı Amerikalıların en önemli iddiası bu yeni evreyi terörizmin belirlediği. 11 Eylül nedenlerini bütünüyle kendi dışındaki kaynaklarda arayan bu kesim, aslında El Kaide ile Saddam arasında birebir bir ilişki bulunmadığının büyük oranda farkında.
Fakat onların gözünde terör ağını hiç de nesnel ilişkiler belirlemiyor, onun yerine aslında tam da soğuk savaş mantığının bir uzantısı olan kimi streotipler üzerinden yakın-uzak tehlike belirlenmeye ve kovuşturulmaya çalışılıyor. Bu sterotiplere Saddam'lı Irak'tan daha yakın kimse de yok.
Anti-Amerikan, Müslüman ve de Ortadoğulu olan herkes zaten bu yeni "terörizm" tanımının en azından potansiyel olarak içinde. Dolayısıyla muhalif kanadın Saddam ve Osama arasında bırakın ilişkiyi aslında husumet olduğunu söyleyen sesi yanıtsız kalıyor.
Amerikalıların halet-i ruhiyesinde bu iki tehdit arasındaki ilişki reel düzeyde değil, söylemsel düzeyde kurulmuş durumda ve bunu değiştirmek için de sadece "olmayan reel bağa" işaret etmek yeterli değil.
"Demokrasi" götürmeye inanç
Yandaşların bir diğer önemli ve de "samimi" inancı, Saddam'in halkını ezdiği ve de ABD'nin Irak halkına demokrasi götüreceği yolunda. Benzer türde bir iddia yakınlarda ABD Afganistan'a girerken kadınlar üzerinden kurulmuştu.
Taliban rejiminin kadınlara uyguladığı baskıyı defalarca tekrarlanan belgesellerden gözleri yaşlı izledi ABD halkı. Kabil sokaklarında başı açık dolaşan ilk kadın medyanın ertesi günkü kahramanı ve de Amerikan rüyasının sembolü oldu.
Irak'ın laik rejiminin kadınlara uyguladığı dini baskı Taliban'inki kadar "evlere gözyaşı" olamayınca, bu sefer Saddam'ın zenginliğinden, halkın yoksulluğundan, yıllarca süren diktatörlükten bahsetmeye başlandı, Irak'ta gündelik hayatın ve de siyasetin nasıl işlediğine dair olanca bir bilgisizlikle. Saddam'ın neden Suudi ailesinden daha vahşi bir diktatör olduğuna bir türlü vakıf olamayan yandaşlar, her şeye rağmen diktatörlüğü yıkıp "halka özgürlük" götürmeye kararlıydı.
Karşıtlar
Amerikan halkı yekpare bir bütün değil elbet ve savaşı burada değinmediğim başka bir sürü gerekçeyle destekleyenler olduğu gibi, burada değinemeyeceğim bir sürü başka gerekçeyle desteklemeyenler de var.
Üstelik şöyle söylemek hiç abartma olmaz, karşıtların sesi savaş çığırtkanlığının başladığı ilk günden beri oldukça yüksek çıkıyor. Bu ses basına, Kongre'ye, Beyaz Saray'a öyle çok fazla yansımıyor elbette fakat hareketin içinde olanlar kararlı, coşkulu ve kızgın bir hareketin parçası olduklarının -en azından çoğu zaman- farkındalar.
Hemen her çağrı da son altı aydır en az ayda bir kez 100 bin ila 300 bin arasında bir kalabalık ABD'nin büyük kentlerinde kimi zaman polisle çatışarak ve kimi zaman da barışçıl bir biçimde bir araya geldi ve "savaşa hayır" dedi. Savaşa hayır diyenlerin büyük bir kısmının arka planında "emperyal egemenliğine" ve "savaşın her türlüsüne" hemen her durumda duyulan ahlaki tepki var.
Neticede bu ülkede, Vietnam savaşı sırasında gelişen çok güçlü bir savaş karşıtı gelenek ve o savaşın "gereksizliğine" ve "haksızlığına" dair bir toplumsal hafıza mevcut.
Karşıtların Körfez deneyimi
Bir diğer yandan da savaş karşıtı hareketin ilk Körfez savaşı deneyimi çok da parlak değil. Tam da Körfez savaşı öncesi yükselen muhalefeti Körfez savaşının hemen öncesinde takip eden savaş karşıtı hareket, savaşın başlamasından hemen sonra "umutsuzluk", "moralsizlik" ve de savaşın "çabukluğu" karşısında çözülüveriyor.
Sonuç yalnızca savaş karşıtı hareketin başarısızlığı değil, aynı zamanda Amerikan toplumsal muhalefetinin Seattle gelene kadar bir daha kendini toparlayamaması. Bu kötü deneyimi yaşamış olan hareket önderleri, aynı şeyin bir daha tekrarlanmaması için, savaş çıktığı günden itibaren hareketin reel kazanımlarına dikkat çekmeye çalışıyorlar.
Mesela ABD'nin bir düzeyde de olsa sivillerin ölmemesine dikkat ediyor olması (ya da daha doğrusu bunun bir laf olarak sürekli tekrarlanma ihtiyacının duyulması), savaş karşıtı hareketin bu konudaki hassasiyetine bağlanıyor. Petrol kuyularına hemen saldırmayıp, kontrolü BM'ye bırakacağını açıklaması, savaş karşıtı hareketin "petrol" savaşı iddiasını çürütme girişimi olarak açıklanıyor.
"Filistin"i gündem yapmadan
Bütün bu çabalara rağmen hareketin gidişatını savaşın gidişatı belirleyecek büyük oranda. Kısa süren, "başarılı" bir operasyon karşısında savaş karşıtı hareketin çok da şansı yok gibi gözüküyor.
Tıpkı Vietnam'da olduğu gibi savaş uzadığı ve ölü sayısı arttığı takdirde şimdi yükseliyor gibi görünen Bush'a desteğin hızla aşağı düşmesi ve de savaş karşıtı hareketin giderek ivme kazanması muhtemel.
Tabii bütün bunlarda hareketin kendi iç dinamikleri de önemli olacak. Nitekim daha şimdiden İsrail karşısında alınan tutum ve hareketin "stratejileri" konusunda hareket içi çatlaklar gözle görünür bir durumda.
Hareketin bir kısmı bir diğerini İsrail konusunda yeterince radikal tutum almamakla ve pasifist stratejiler uygulayarak hareketi soğurmakla suçluyor. Bu gruba göre Filistin sorunun çözümünü ana gündem maddesi yapmayan bir barış hareketinin uzun dönemde başarılı olma şansı yok.
"Medya"nın onayından geçmedikçe
Bu grubun daha egemen olduğu San Francisco gibi kentlerdeki savaş karşıtı gösteriler, daha pasifist eğilimin egemen olduğu New York gibi kentlerdeki gösterilere oranla hep daha çatışmalı, daha çok gözaltılı geçiyor.
Kendisine savaş karşıtı gösterileri nasıl algıladığı sorulduğunda Bush'un verdiği cevap artık egemenliğin "oyla" değil "medya"yla kurulduğuna dair en güzel örneği oluşturuyor:
"Ben zaten televizyon seyretmiyorum". Savaş yürüten bir ülkenin başkanın televizyon seyretmeye fırsat bulması beklenemez zaten ama bu lafın söylediği daha önemli şey "medya"nın onayından geçmedikçe ve böylece televizyonlardan herkes seyretmedikçe sesinizin bir anlamı yok post-modern siyasada.
Failler ve Korkunun İnşası
ABD'nin Irak'la savaşını sadece nesnel çıkarlar ve emperyal iddialar ile anlamaya çalışmak yerinde ama yetersiz. 11 Eylül'den sonra ABD, yöneticisi ve sıradan vatandaşıyla büyük bir şok yaşadı. Korku artık her yerdeydi.
"Terörist" saldırılardan duyulan korku, Amerika'ya özgü yaşam biçimini kaybetmekten duyulan korku, şarbondan duyulan korku vs vs. Birçok Amerikalı için devlet nasıl ve nereden geleceği bilinmeyen saldırılara karşı duyulan korku ve endişenin supabı oldu ve 11 Eylül sonrası toplumsal kontrolün temelini ise bu korkunun inşası oluşturdu.
Korku politikası iki ayrı rota izledi:
1) Devlet yetkilileri ve medya, Amerikan korkusunun nesnesini "İslami köktencilik" ve "terörizm" olarak belirledi ve toplumsal kaygı ve endişe seviyesini bu tehlikeye karşı hep bir düzeyin üzerinde tutmayı başardı.
2) Aynı elitler Amerikan dış politikasına ya da savaşa karşı muhalif olmanın sonuçlarına dair genel korku seviyesini de yüksek tuttular. Bu korku ve öfke elbette sadece okyanusun öbür kıyısındaki Müslüman Arap ülkelere yönelik olarak kalmadı/ kalamazdı. İçerdeki "gerçek" ya da potansiyel düşmanlar tutuklandı, sınır dışı edildi, dövüldü.
Bütün bunlar olurken dünya siyaset tarihinin en hınzır fikirlerinden biri olan "korku barometreleri" 11 Eylül'den sonra hayatımızın bir parçası haline geldi. Amerikan korku üreticilerinin son marifeti olan günleri renklere göre tasnif etme, bizi her gün o günün ne kadar tehlikeli olduğuna hazırlama işlevi gören bir tür "hava durumu" tahmini. Televizyonunuzu açtığınızda günün her saatinde beş düzeyde belirlenmiş korku barometresini ekranın en altında görebilir oldunuz.
Korkma rengi kırmızı
Turuncu mesela en yüksek korkma rengi olan kırmızının bir alt rengi olup, her an uçakla gökdelen düşürülmesine, intihar saldırılarına, metroya zehirli gaz bombası atılmasına ve aklınıza gelebilecek her tür tehlikeye karşı ne kadar hazırlıklı olmamız gerektiğini ifade ediyordu.
Amerikan halkı ile birlikte biz (bu "biz," hayatı bu kadar ince hesaplarla yaşamaya alışık olmayan, hatta hava durumu tahminlerinin bile hiç tutmadığına hakli olarak inandığından onu da pek kaale almayan "kalkınmamış" ülkelerden gelen göçmenleri kapsamaktadır) artık sabahları sokağa çıkarken önce hava durumuna ve sonra da günün rengine bakıyorduk.
Hava durumunun nasıl ölçüldüğüne ve bir hafta sonra havanın nasıl olacağına dair tahminler yapılmasına bu yaşımda hala şaşırmaya devam ederken, bir de bunun üstüne korku barometresinin şaşkınlığı ekleniyordu.
New York güvenliğine haftada 5 milyon dolar
İnsan hayatını bu "yeni bilinmezci" dünyada sürekli şaşkınlık duyarak geçiremeyeceğinden ve de her gün korku duymak yerine "büyüklere" güvenip arada bir korku duyup tedbirini almak daha kolay olduğundan, tedirginlik düzeyimizi renklere göre ayarlamaya başladık.
Tedirginlik sadece o günkü ruh halinizi etkilemekle kalmıyor elbette, bu tedirginlikle başa çıkmanın çok yüksek bir maliyeti de var. Geçen hafta açıklanan rakamlara göre sadece New York'un bir haftalık güvenlik harcaması 5 milyon dolar civarında.
Bu kadar yüksek bir maliyet tabii ki sosyal harcamalar kısılarak karşılandı. New York bütün ülke de geçen yılda eğitim ve sağlık harcamalarının en yüksek hızla düştüğü kent.
En iyi çete adayı!
Komşu eyalet New Jersey'de eğitim harcamaları yüzde 15 artarken mesela, New York'ta yüzde beş düşüş var. Reagan döneminde aldığı yaralardan, Clinton'ın kısıtlı sosyal güvenlik programlarıyla bile belini doğrultamamış Amerikan tarzı "sosyal devlet"ten 11 Eylül ve 2. Bush rejimi sonrasında geriye bir şey kalmadığını söylemek yanlış olmaz.
Devlet çok kısa zamanda o en klasik rolüne -yani birçok çetenin arasında güvenliği sağlamaya en iyi aday olan çete olma rolüne- çok yalın bir biçimde geri döndü.
11 Eylül'den sonra kentte gözle görülür bir "güvenlik" değişimi yaşandı nitekim. 11 Eylül'den önce polisin ve/veya güvenlik güçlerinin varlığı yalnızca kentin suç oranının yüksek olduğu yoksul mahalleleriyle sınırlıydı.
Oysa 11 Eylül'den sonra her adım başına yerleştirilen polisler yeterli görülmeyip, bir de kilit metro duraklarına, köşe başlarına ellerinde makineli tüfekleriyle bekleyen ordu mensupları yerleştirildi -özellikle turuncu günlerde elbette-.
Korku kök saldı mı...
Sokaklarında bu tür görüntülere yabancı olmayan biz üçüncü dünyalılar için bu yeni durum belki de Amerikalılar da yarattığından daha fazla şaşkınlık yarattı.
Çünkü biz biliyoruz ki onlar sokakları bir kere ele geçirdiler mi bir daha gitmiyorlar. Korku bir kere kök saldı mi bugünle yarın arasında ki köprüyü kuruveriyor.
Ve Amerikan polis devleti "küllerinden" yeniden doğuyor. Savaş sadece orada uzakta değil, aynı zamanda da burada. Belki şimdilik öldürmüyor ama hayatımızı, geçmişimizi ve geleceğimizi yeniden biçimlendiriyor. (EB/NM)