Türkiye’nin dış politikasında dışlanmışlığı kutsayan tavrı, Erdoğan’ın giderek hırçınlaşan söylemleri ve doğrudan kendi cephesinin temel aktörlerine, İsrail’e, ABD’ye ve AB’ye yönelik kükremeleri, en hafif tabiriyle, kamuoyunu ve yorumcuları şaşırtıyor.
Bilgi ve yorum kirliliği içinde abartılı bir spekülasyon da ben yapmak istedim:
1- Türk lirası hızla değer kaybeder, borsa düşer, faizler yükselir ve ekonominin nefes borularını açık tutan sıcak para girişleri durma noktasına gelirken, büyük ekonomik bunalımın derinleşeceği kesin. Bu durumda, cari açığın düşürülmesi zorunluluğu kendini dayatacak ve bütçe denkliğinin tümden berhava olmaması için iç harcamaların kısılması gerekecek. Böylece de, bir kez daha dış yardım peşinde finans-kapitalin ocağına düşülmesi kaçınılmaz olacak.
2- Bunun sosyal-politik patlamasının öncü sarsıntısı Gezi’de ortaya çıkmıştı; şimdi daha geniş kesimleri ve alanları etkileyecek bir tetikleme süreci başlamış oldu. Sıkça sözü edilen “Eylül korkusu” bunun sendromudur.
3- Bu ortamda, kapitalist iktidarların bir Tunç Yasası olarak, askeri darbeler yeğlenmediğinde, çareyi dış çatışma ve maceralarda aramasının zemini ortaya çıkmış oluyor. Buna uygun bir ortam da Türkiye için çevresinde mevcut. İktidar bakımından bundan yararlanmanın en masum yolu, şimdi yapıldığı gibi saldırgan bir retorikle yığınların duygularını okşamak, “dış düşman” algısını kışkırtarak “iç disiplin ve kenetlenme”yi sağlamak. Ama sonuçta, daha etkin yol, askeri maceralara girmek biçiminde kendini dayatabilir. İki stratejik seçimin (belediye ve Cumhurbaşkanlığı) hemen öncesinde ve Erdoğan’ın “karizmasının çizildiği”, “İmam Başkan” olma ihtirasının zorlu kavşaklara girdiği bir dönemde, dış çatışmalardan medet umma çok ciddi bir baskı yaratır iktidar sahipleri üzerinde ve “savaş kışkırtıcılığı” dürtüsü baskın çıkar.
4- Rojava’da Kürt statüsünün gerçekleşmesi durumunda Türkiye’nin ‘kendi’ Kürtlerinin millet olmaktan doğan minimum haklarını yadsıyan düzeni sürdürülemez olur. Suriye muhalefetinin ve buna eklemlenmiş İslami hareketlerin Kürtlere soykırıma varan ölçülerde yönelmeleri, Türkiye’de yeni bir “fırsat penceresi” olarak algılanıyor ve genel bir Arap-Kürt çatışmasına dönüştürülmek isteniyor. Bu uğursuz cephe de ancak yaygınlaştırılmış istikrarsızlık ve çatışma ortamında genişletilebilir, tahkim edilebilir, tam işlerliğe ulaştırılabilir.
5- Suriye’de rejim bir “saray darbesi” biçiminde değiştirilebilirse, ya da bir askeri harekatla Esad devrilebilirse, ABD’nin çoktan açıkladığı modele uygun “yeni Suriye”de eski BAAS da, silahlı ve silahsız bürokrasisiyle rol alacak ve Kürtler dört bir koldan kuşatılmış olacak. Kendi krizleri dolayısıyla Obama şimdilik daha temkinli ama son “kimyasal silah” spekülasyonuyla birlikte Libya türü bir girişime Fransa aday olduğunu açıkladı bile. Türkiye Libya’da NATO içi resmi görev dağılımıyla donanmasıyla denizden abluka görevini üstlenmişti. Suriye’de daha “ihtiraslı” davranacağı, başı çekeceği kesin.
6- Mısır’da eski rejim ve ABD-AB ilk şaşkınlıkları içinde, Mübarek’i bir safra olarak attılar ve isyanlara karşı gerici restorasyonun aktörü olarak Mursi’yi kabullenmek durumunda kaldılar. Erdoğan hükümeti için bu yeni bir meşruiyet zemini, hareket alanı ve bölgesel müttefik bulma anlamına geliyordu. Şimdi, eski rejimin silahlı-silahsız bürokrasisi ile Siyonizm ve ABD, gerici restorasyonla da yetinmeyip yeniden “statüko ante”ye geçiş yapıyorlar. Bir başka ifadeyle, gerici restorasyona karşıdevrimci rehabilitasyon hamlesi yapılıyor, yeni bir denklem kuruluyor. Türkiye de, dengesini yitiriyor. Bu Erdoğan’ın psikolojik halindeki hırçınlıkla da dışa vuruyor. Türkiye’nin yeniden etkin bir aktör olarak sağlam zemininin/dengelerinin ancak silahlı bir altüst sonucu yeniden oluşturulabileceği kanısı yaygınlaşıyor. Türkiye, nesnel olarak Sisi cephesinde ama öznel olarak Mursi yanlısı bir tavır görüntüsünü sergilemek durumunda. Dengesizliğin dengesi burada. Burada sormak gerek: Türkiye Suriye meselesinde İsrail ile aynı safta değil mi? Son "kimyasal silah" meselesinde ikisi birden omuz omuza en ön safta celallenmiyorlar mı? Mısır’a ilişkin olarak da, Erdoğan aslında kükremiyor, bana da "Musri muamelesi çekmeyin" diye feryat ediyor. Belki de kurtlar sofrasının kumar masasında panik içinde “rest çekiyor” patronlarına diyelim.
7- Bu yeni sömürgeci dengede Türkiye “baş müttefik-gözde” olma amacında İsrail ile yarışıyor. Bölge halklarıyla kuracağı diyalog ve ilişkinin tecrit içindeki İsrail yalnızlığı karşısında kendisine avantaj sağlayacağına inanıyor. Erdoğan retoriğinde bu taktiğin izleri çok belirgin. Stratejik olaraksa, emperyalizm-Siyonizm cephesi dışında kendisine yer aradığını söylemek abesle iştigal. Bölge halklarına karşı girişilmiş her Batı saldırganlığı, hep üç şey yapmıştır. Birincisi, İsrail ile arasına mesafe koymuştur. İkincisi, mutlaka bir bölgesel aktör almıştır yedeğine ve bu hep Türkiye olmuştur. Üçüncüsü, bir de Arap işbirlikçiyi vitrine çıkarma ihtiyacı duymuştur. Bu da, koşullara göre, Ürdün’den Katar’a uzanan bir çeşitlilik göstermiştir. Şimdi de aynısı geçerlidir.
8- Bu türden bir savaş ortamı Türkiye’yi otomatikman, kimse ne olduğunu anlamadan kendi doğallığı içinde, eski Soğuk Savaş usulü Emperyalizm-Siyonizm-Arap İşbirlikçiliği-Körfez Feodal Despotizmleri safında aynı cephede buluşturacak, belki içerdeki liberal İslam-ulusalcı kırılmasını da tamir edecek. Ayrıca, AKP’nin liberallerle ve cemaatle bozulan koalisyonunu tamir edecek. AKP iktidarının Silahlı Kuvvetlerle gerçek barışması/buluşması da böyle sağlanır. Dış ekonomik yardım, Kürtlerin baskılanması, iç disiplinin sağlanması, ekonomik krizin gözlerden kaçırılıp dikkatlerin “vatan savunması”na çevrilmesi gibi “kazanımlar”ın iktidar çevrelerinde hesaplanmadığını kimse söyleyemez.
9- Bütün bunların yeni bir iç Kürt bastırması girişimiyle birlikte seyredeceğini söylemek için kahin olmaya gerek yok.
10- Yükselen İslamcı-liberal burjuvazi, yani “Anadolu Kaplanları”nın da, dış borçlarının kıskacındaki geleneksel büyük burjuvazinin de, taze dış borç bulma, bölgesel Pazar ve hegemonya yakalama düşlerinin renklendiğini söylemek de abartılı olmaz.
11- Erdoğan içerde ve dışarıda Menderes olmayacaksa, ABD ile dikleşerek buluşmak zorunda. “Silah arkadaşlığı” bunun en garantili ve topluma/tabana kabul ettirilecek en garantili yolu, yöntemi. İç ve dış koşullar karşısındaki tavrı, Erdoğan’ın bir maceraya doğru sürüklendiğini gösteriyor. Yaptıkları ve söylediklerine ilişkin gerekçeler, ya temelsiz bir “Batı karşıtlığı-Müslüman halklar dostluğu” teranesiyle ya da “irrasyonel/dengesiz bir acemilik” suçlamasıyla temellendiriliyor genellikle. Bunlar ancak uzmanlara, profesörlere, gazetecilere yakışan sözde analizler. Önce şu soru sorulmalı: Bilinçli/hesaplı olarak seçilen bir yol mudur sergilenen hırçınlık, saldırgan tavırlar ve dengesiz söylemler, yoksa nesnelliğin içine kıstırılmış olmanın dayattığı öznel çırpınışlar mıdır? Ya da “Öfke de bir hitabet sanatıdır” sözünden kastedilen “öfke, gizli ajandanın da bir maskesi” midir? İngilizlerin güzel bir sözü vardır: “Blissful ignorence-şahane cehalet” diye. Erdoğan Hükümeti’nin “şahane yalnızlığı”, bizlerin “şahane cehalet”ine tuzak olmasın?..
12- Fazla zaman kalmadı. Pek yakında "takke düşecek..." Hep birlikte göreceğiz.... (HG/YY)
Bu yazı www.firatnews.com'dan alınmıştır.