"Medyada Kadın Temsiliyeti" denilince öncelikle "temsiliyet" kavramına bakmak gerek. Temsil kavramı "Belirgin özellikleri ile yansıtma, sembolü olma, simgeleme." Yani imgeler yolu ile gerçekte var olduğu halini yansıtmaktan çok onu yeniden tanımlama anlamına geliyor.
Örneğin bir baca resmi, onun gerçekte olduğu hali ile baca olarak değil onunla ne ifade edilmek istenirse onun temsili olarak kullanılabilinir. Bu durum hayal gücünün sınırlarını zorlayan ve etkileyiciliği kat be kat arttıran bir durum oluşturur. Baca ile verilmek istenen işleyen ve yaşam halinde olan bir ev, yuva da olabilir. Yarı tüten dumanı ile boşaltılmış, yıkılmış bir eve de dönüşebilir. Dolayısıyla anlatılmak istenen temsiller ile daha estetik bir hal alır ve gerçeğinden daha etkileyici duruma gelebilir.
Yunan filozoflarından bu yana, kolektif temsiller ile stereotipler oluşturulmuştur. Stereos (katı) ve typos (nitelik, tip) sözcüklerinden oluşur. Stereotip terimi ile insanlar belirli özellikte olanlar olarak gruplandırılır ve bunu en genel ve kaba özelliklere göre yapar. Stereotipler aracılığı ile önyargılar beslenir ve korunur.
Bütün medya imgeleri de bu anlayış ile belirli bir grup tarafından ve belirli bir izleyici kitlesi göz önünde bulundurularak hazırlanır ve tüm bunlar gerçekmiş gibi sunulur. İzleyici bu imgelerin alt metnini bilmediğinden onu verildiği gibi sorgulamadan alır ve öylece kabul eder.
Tüm bu imgelerin alt metnini oluşturmak için ise kim tarafından, kime yapıldığı ve amacın ne olduğu iyi kestirilmelidir. Özellikle reklam sektörü imgeler yolu ile anlatımı çokça tercih eder ve iletmek istediği mesajı bu imgeler yolu ile anlatır. İmgenin hem gerçek hem de temsil ettiği şeyi yansıtması özelliği reklamcılara çok geniş bir alanda hareket imkanı sunar. İzleyeni çok kolay bir şekilde istediği şekilde düşündürtebilir ve hayal ettirtebilir.
Anne, eş ve "uzlaşmacı" kadın
1950-1960 yılları arasındaki reklamlarda "annelik ve ev kadınlığı" sıklıkla kullanılan imgelerdir. Bu imgeler kadına zaten toplumda biçilmiş rolleri yeniden hatırlatarak kadının "anne ve eş" olma halini toplum içinde sabitler.
1970'lerden sonra, feminist hareketin yükselişi ve kamusal alanda çalışan kadınların artması ve tüm bu toplumsal değişimin medyaya da yansıması sonucu, kadının "eş, anne" imgelerine bir yenisi daha eklenir. Bu da ne feminist ne de "eş ve anne" olan, arda kalmış "uzlaşmacı" kadın imgesidir.
Reklamlardaki kadın temsilleri de değişime uğramıştır. Böylece kadının tüketim alanına kendisi için de tüketen konumu eklenmiştir. Kocası, çocukları ve kendisi için tüketen.
1980'li yıllarda "eşitlik" kavramının toplumsal alanda sıklıkla kullanılması, reklam endüstrisinin de dikkatini çekmiş, "iyi anne ve eş", "uzlaşmacı kadın" sıfatlarına bir de "modern kadın modeli" olarak "çocukta yaparım kariyer de" diyen kadın modelleri eklenmiştir. Özel alanda annelik ve eşlik sıfatları ile çocuklarının, kocasının ve tüm evin bakımı ve tüketiminden sorumlu olan kadının sorumluluklarına bir yenisi daha eklenmiş ve kamusal alanda da varlığını göstermeye başlayan kadın bir de kendi için tüketen durumuna itilmiştir.
Kamusal alana giren kadın her zaman bakımlı ve güzel görünme zorunluluğunun dayatılması ile reklam sektörü yeni bir pazar alanı daha keşfetmiş olur. Tüketimi yapan kadına rağmen reklamların hedef kitlesi hep erkekler olmuştur.
Erkek eve para getiren ve evin tüketimine maddi kaynak sağlayan olarak reklamların hedef kitlesidir ve hep onun algılamasına dönük reklamlar yapılmıştır. Bu nedenle de reklamlarda kadın her zaman cinselliği ile var olabilmiştir. Kadının bedeninin nesneleştirilmesi ve kadının erkeğin seyirlik nesnesine dönüştürülmesi, kadının davranışlarına, giyim tarzına, mimiklerine kadar yansımış ve farklı çağrışımlar yolu ile izleyen (erkek) cezbedilmeye çalışılmıştır.
Reklamı yapılan ürünle reklamda kullanılan kadın imgesinin ilişkili mi ilişkisiz mi olduğu çok önemli olmamıştır.
Amaç hedef kitlenin (erkeklerin) dikkatini çekmektir. Ürünün reklamında kullanılan kadın, özellikle cinsel haz nesnesi olarak kullanılmaktadır. Reklamı yapılan ürünün kullanılması sonucu, sunulan imgenin niteliklerine sahip olunabileceği mesajı verilmektedir. Örneğin kozmetik reklamlarında kullanılan genç, bakımlı, güzel kadın imgeleri ile hedef kitle olan kadınların bu ürünleri satın almaları sonucu yaşamlarının imgelere uygun çizgide değişebileceği iletilmektedir.
Sonuç olarak, reklamlara göre; "Vücudun formda, saçların dolgun olmalı", "Başarılı olmak için çok çalışmalısın.", "Erkeği etkilemenin yolu formda olmaktan geçer", "Erkeğin desteğini arkana almalısın.", "Erkeği baştan çıkarmalısın", "Erkeği memnun etmelisin.", "Ayşe teyze cırt dedi."
Medyanın iki yüzü
Arzunun, cinselliğin bastırıldığı ve devlet erkinin, gücünün izin verdiği ölçüde bahsinin mümkün olduğu bir ülkede medya iletişim organlarının kadının bedenini, cinselliğini bu derece ayyuka çıkmış halde kullanması ve bunu tüm ahlakçılığına rağmen "kadın bedeni" üzerinden yapıyor oluşu aslında pazardan elde edilen kar için her yol mübahtırı bize defalarca göstermekte.
Tüm medya organlarında bu iki yüzlü ahlak anlayışı hükmünü sürerken kontrolün tek kaybedildiği yer internet dünyası. Her defasında zamanını internetin başında harcayan çocuklar için "uzmanlarını" kanal kanal dolaştıran medya patronları zamanını TV başında harcayanlara değinmemekte, bunun da ne kadar bilinçli bir şekilde yapıldığı aslında görülmektedir. İnternete sınırlamalar koymaya çalışmaları da tüm bu sebeplerden olsa gerek.
Medya deyince akla sadece reklam gelmiyor elbette, her gün izlediğimiz dizi, TV programı ya da haberlere bakarsak durumun pek de farklı olmadığını görürüz.
Örneğin dizilere bakacak olursak, 90'lardan bu yana TV dizilerinin yaygınlaşmaya başladığı Türkiye'de kadın karakterlerin hikayelerde işlenmesi yeniden yeniden kadına toplumda biçilen rollerinin tekrarı ve yeniden üretimi şeklinde olmuştur.
Sinsi bir şekilde yaratılan kadın karakterlerin toplumdaki bilindik rolleri ile baş başa bırakılması kadının toplumda layık görüldüğü yeri pekiştirmekten öteye geçememiştir. Kadın her zaman zayıf, tek başına ayakta duramayan, bir erkekten kurtulmasının ancak başka bir erkekle mümkün olduğu, cinselliğini sadece ve sadece aile kurumunun içinde yaşayabilen, bunun dışına çıktığında ise ancak namussuz, ahlaksız, kötü kadın olabilen ama anne, iyi insan, sevgili sıfatlarının yakıştırılmadığı karakterler olarak sunulmuştur. Bu durum özellikle 90'lı yıllardaki kadın karakterlerle özdeşleşmiştir.
Son dönemlerdeki dizilerde ise kadının alanı genişlemiştir. Kadın evlilik dışında cinsel ilişki yaşayabilir ve hatta anne olabilir karakterlerde görülebilmektedir. Fakat bu durum ne kadar kadının özgürlüğü düşünülerek yapılmaktadır tartışılır.
Şiddeti meşrulaştıran mesajlar
Toplumdaki değişimler ve popüler olana gösterilen ilgi, reyting tutkunu dizi yapımcılarını elbette bu konuları farklı biçimde işlemeye ve popüler olanı göstermeye itmektedir. Fakat eşlik konumu ile evinden çıkarılan kadın, sevgili sıfatı ile yine aynı şiddete, aşağılanmaya maruz kalmaktadır.
Bu durum, son zamanlarda feminist hareketin mücadelesi ile gündemi çokça elde eden kadın cinayetleri konusuna medyanın gösterdiği ilgide de kendini göstermektedir.
Bu programların, kadınların maruz kaldıkları çok yönlü baskı ve şiddeti görünür kılmakta önemli bir rol oynadığı tartışmasız söylenebilir. Bu konunun medyada yer bulma şekli yinede sorunludur, sistematik bir şiddetin varlığının vurgulanması yerine şiddet uygulayanın ötekileştirilmesi (alkolik koca, uyuşturucu bağımlısı abi, işsiz baba vs) ve şiddete maruz kalan kadınların pornografik imalar (konsomatris, aldatan kadın, çocuklarını terk eden anne) içerecek şekilde sunulması baskın eğilim halini almıştır.
Kadının bu şekilde sunulması aslında ona uygulanan şiddeti hak edebileceği mesajını alttan alta gizlice vermektedir. Şiddet uygulayanın ötekileştirilmesi ile de aslında hiç de bu toplumla alakalı olmayan kişilerin bu tür şeyler yaptığı algısı ile geçiştirilmekte ve kadına yönelik şiddetin sistematikliğinden öte tesadüfi ve nadiren işlenen adli suçlar olarak gösterilmektedir.
"Erkek eliyle yaratılan kadın" algısı
Dizi sektörünün 90'lı yıllardan bu yana gelişim gösterdiği ülkemizde daha öncelere gittiğimizde ise ABD yapımı diziler göze çarpmaktadır. Türkiye'de dizilerin konu aldığı hikayeler aslında "eski Türk" filmlerin hikayeleri ile örtüşmektedir.
Bu durumun daha derinlerine inmek istiyorsak, Türkiye sinemasında kadın temsiliyetine de dolaylı olarak bakmak gerektiğini düşünüyorum.
1960'lı yıllardan itibaren Türkiye Sineması'nda oldukça sık işlenen bir konu olarak Bernard Shaw'un Pygmalion oyunundan yapılan ilk uyarlamalar göze çarpmaktadır. Bu uyarlamalar, kadının ancak bir erkek tarafından yeniden yaratılabileceğini simgelemesi açısından önemlidir.
Fakat Pygmalion da konusunu Mitolojiden alır:
"Kıbrıs Kralı Pygmalion aradığı kadını gerçek hayatta bulamaz ve fildişinden bir heykel yontmaya başlar. Gel zaman, git zaman elindeki bu minik heykeli yontarak 'mükemmel' bir kadın yaratır. Bu heykel ile çocuklar gibi oynar ve sonunda bu heykele aşık olur. Fakat sonuçta elindeki bir heykeldir. Aşk tanrısı Afrodit'e bu heykeli canlandırması için adaklar adar ve aşk tanrısı Afrodit Pygmalion'un bu isteğini karşılıksız bırakmaz ve heykeli canlandırır. Kadınlardan nefret eden hatta asla evlenmek istemeyen Pygmalion ise kendi yarattığı kadına aşık olur."
Bu mitolojik öykü göstermektedir ki doğru ve güzel kadının yeryüzüne teşrif edişi erkeğin iki elinin arasında gerçeklemiştir. Mitolojideki bu hikâye ve bu hikâyeden hareketle çağdaş versiyonlar, Türkiye sinemasının özellikle 60'lı yıllarda toplumsal koşullara da paralel olarak hikayelerin özünü oluşturmuştur.
Fakir kız, zengin adam birlikteliği her zaman ilgi çekmiş, özdeşlik kurmaya yönelik, karakterlerin hep erdemli olduğu, anormallikleri normalleştiren ve mutlu sonlu hikayeler ile izleyen sorgulamaktan ve yargılamaktan epey uzaklaştırılmıştır.
Sarışın kadınların hep kötü kadın olduğu, esmerlerin masum karakterler olarak çizildiği, kadının yerinin erkeğinin dizinin dibi olduğu ve ancak çocuklara anne, kocaya eş olabileceği vurgusu her zaman yeniden yeniden yapılarak toplumda zaten kadına biçilmiş yer daha da pekiştirilmiştir.
Yılmaz Güney sinemasında kadın
70'li yıllara gelindiğinde bir yanda erotik filmler döneme damgasını vururken diğer yandan da Yılmaz Güney yeni bir sinema dili oluşturmaya başlamıştır.
Yılmaz Güney'in o "özel sinemasında"da kadının yerinin maalesef pek değiştiği söylenemez. Erkekler hep dost iken kadınlar O'nun filmlerinde de bu dostluğu yakalayamayan olarak kalırlar. Türkiye sinemasındaki egemen anlayış olan güzel kadın yakışıklı erkek imajını Yılmaz Güney kırabilse de erkekler birbirlerinden öçlerini hep kadınlar üzerinden alır. Erkekten öç alma yolu onun yanındaki kadına sahip olmaktan geçer.
Türkiye sinemasında, kadın dayak yerken ya da tecavüze uğrarken genelde sahneler erotik bir biçimde kurgulanır. İzleyen röntgenci pozisyonunda tutulur, kadın cinsel objedir.
Kaderine katlanmayan, güçlü kadın karakteri
Dünyada 50'li yıllarda gelişen fakat Türkiye tiyatro ve sinemasında ise daha geç dönemlerde örnekler sunan epik anlatımın 80'li yıllarda sinemaya yansıması olarak, Asiye Nasıl Kurtulur?, Zengin Mutfağı gibi filmler ile o zamana kadar olan karakter yaratma ve hikaye oluşturma mantığı da değişmiş olur.
Yaratılan karakterler kaderlerine, yazgılarına boyun eğmek yerine içinde bulundukları durumu açık açık ifade eden "Evet ben Asiye'yim. Her taraftan yolumu siz tıkadınız, yoksullukla kolumu bağladınız ve bu yola siz beni ittiniz" diyerek kaderine katlanmayan, toplum içerisinde "alnının akı" ile değil de kendi gerçeklikleri ile var olabilen kahramanlar haline gelir. İzleyende bu karakterlerle özdeşlik kurup, karakterlere ahlayıp vahlayarak olaylara üzülmek yerine, karşılarında duran güçlü karakterlerle aslında onları bu duruma iten sebepleri sorgulamaya başlar.
Bu durum izleyeni sorgulatan, düşündürten, farklı kadın karakterlere hayatlarında yer açabilen bir tutumu da beraberinde getirmiş oldu. Bu dönemde Müjde Ar'ın yerinin ne kadar önemli olduğu tartışılmaz. Kadın karakterlerin sinemada farklı yönleri ile işlenmesi anlamında ve kadına biçilen toplumsal rollerin dışında da rollerin canlandırılması anlamında Müjde Ar, Türkiye sinemasında çok önemli bir yer tutmaktadır.
2000'ler: Mağdur erkek
2000'li yıllarda yeniden canlanmaya başlayan sinema sektöründeki minimalist ve muhalif film yapma amacındaki yönetmenlerin filmlerindeki kadın karakterler ise maalesef ya hep susuyor ya da yine problemli.
Konuşanlar ya bağıra çağıra konuşuyor ya da ağlayarak. Erkek karakterler ise hep mağdur bu defa psikolojik mağdurlar olarak karşımızdalar ve bunun sebebi ise hep bir kadın olarak sunulmakta.
Medyanın, erkeklerin ve de en son kadınlarımızın bilmesi gerek ki hiç bir davranış, tavır, yaşam biçimi şiddet uygulamak için bir sebep olamaz. Medyanın da toplumda kabul görmüş anlayışları ısıtıp ısıtıp önümüze sunması bir marifet değil. Ve bunu halk, toplum istiyor diyerek yapmak daha büyük bir aymazlık.
Toplumun hiçbir istediğini vermeyenler neden bu konuda sözde "her istenileni" vermekte diye düşünmek gerek.
Bu anlamda, Bizet'in Carmen operasını defalarca dinlenmesini, izlenmesini, hikâyesinin okunmasını öneririm.
"1830 civarlarında İspanyanın Sevil şehrinde geçer. Eserin baş kadını çok güzel ve ateşli bir tabiatı olan ve bir tütün fabrikasında işçi olarak çalışan bir çingene genç kız olan Carmen'dir. Aşkını kullanmada çok serbest olan Carmen, aşk alanında hiç tecrübesiz bir asker olan onbaşı Don José'yi kandırır. Bu ilişki yüzünden Don José eski nişanlısını bırakır. Birliğindeki üst rütbedeki subayların emirlerine karşı gelip askerlikten kaçar. Bir kaçakçı ekibinin üyesi olur. Carmen kendinden bıkıp boğa güreşçisi Escamillo ile aşk hayatına başlayınca kıskançlığından Carmen'i öldürür."
Yani hikaye(ler)deki "ateşli tabiat" sıfatı "bile" bir kadını öldürmeye haklı bir sebep teşkil edemez, etmemelidir.
Kadınlar bedenlerini kendi tasarrufları ölçüsünde kullanabilirler. Elbette erkekler de... (AD/ÇT)
* Yıldız Teknik Üniversitesi'nin 7 Mart'ta düzenlediği "Medyanın Cinsiyetçi Halleri" panelinde oyuncu Asiye Dinçsoy'un konuşma metnidir.