Türkiye'nin Ortadoğu'ya dair yeni stratejisi, şaşırtıcı bir biçimde çok şeffaf yürütülüyor. İran'la diplomatik çatışmayı rahatlıkla göze alan, Irak'ın içişlerine karışmakta beis görmeyen ve Iraklı Sünni grupları El Maliki'ye karşı destekleyen Türkiye, henüz bu çabalarının hiçbir ürününü alamamış olmakla birlikte, özellikle Arap dünyasında yeni bir imaj yaratmak için her türlü gayreti sarfediyor.
Bu imajın oluşturulma çabası tamamen "duygusal". 3 Nisan'da Suudi Arabistanlı petro-kimya şirketi Advanced Petrochemical Company ile Türk Bayegan, İskenderun-Ceyhan bölgesinde 1 milyar dolar yatırım yapma kararını açıkladı.
İki şirket arasındaki anlaşma seremonisine katılan Ekonomi Bakanı Zafer Çağlayan, anlaşma masasını "nikâh masasına" benzetirken, Suudi şirketinin başkanı Halife Abdullatif El Muhlem, Çağlayan'a Kur'an hediye etti. Çağlayan'a göre bu yatırım, cari açığın azaltılması konusunda önemli bir işlev görecek.
Hatırlanacağı üzere, bütün Avrupa ekonomik krizin eşiğindeyken Türkiye'ye ciddi bir kayıtdışı sıcak para girişi olmuş ve bazı ekonomistler bunun Suudilerden gelen sübvansiyon olabileceğine işaret etmişti. Anlaşıldığı kadarıyla Türkiye'yle Suudi Arabistan (iki ülkenin Suriye, İran ve Irak politikasında paralel bir seyir izlemesi gözden kaçmamalı) bundan böyle bu tür yatırımlarla "birbirlerini" destekleme politikası güdecekler.
Suriye'deki muhalif grupları alenen destekleyen Adalet ve Kalkınma Partisi (AKP) hükümeti, amacının sadece "Esad zulmüne son vermek" olmadığını son zamanlarda sıklıkla ifade eder oldu. 25 Nisan'da TBMM genel kurulunda konuşan Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu, hükümete yakınlığıyla bilinen Ülker grubunun sakız reklamındaki "o ne özgüven o!" lafını hatırlatırcasına "Yeni Ortadoğu'nun sahibi" olduklarını ilan etti. Davutoğlu'nun sözleri, herhangi bir söylem analizine muhtaç bırakmayacak düzeyde netti: "Suriye olayları konusunda insanlık vicdanının sesi, AK Parti iktidarındaki Türkiye'dir. Türkiye olarak bundan sonra da Ortadoğu'da değişim dalgasını yöneteceğiz. Bu değişim dalgasının öncüsü olmaya devam edeceğiz. Bütün Ortadoğu toplumlarında Türkiye sadece dost ve kardeş bir ülke olarak değil, geleceği belirleme fikrine sahip yeni bir fikrin, yeni bir bölgesel düzenin öncüsü bir ülke olarak görülmektedir. Biz bu misyonun gereğini yaptık, yapmaya da devam edeceğiz."
Davutoğlu, Türkiye'nin Suriye politikasını eleştirenlere "zamanın ruhunu" hatırlatarak yanıt verdi: "Başkalarının yönlendirmesiyle hareket ettiğimiz, Suriye konusuna fazla müdahil olduğumuz, yalnız kaldığımız, acele ettiğimiz, savaşa sürüklendiğimiz, hatta askerî müdahaleden yana olduğumuz gibi ithamlarla karşılaşıyoruz. Bu eleştirileri yöneltenler, alandaki gerçekleri, zamanının ruhunu ve en önemlisi, AK Parti iktidarlarının dış politika anlayışını kavramaktan acizdirler."
Davutoğlu, zamanın ruhundan ne anladığını da aynı konuşmasında açıkladı: "Politikamızı belirlerken pusulamız kendi değer ve çıkarlarımızdır. Rehberimiz ise vicdanımızdır."
Vicdanını çıkarlarına göre kullanmayı zamanın ruhuna uygun bulan AKP'nin Ortadoğu konusunda bu kadar özgüven sahibi olması biraz şaşırtıcı. Bir kere, Türkiye'nin Suriye rejiminin devrilmesini bir oldu-bittiye getirmesi gün geçtikçe daha da zayıf bir ihtimal haline geliyor. Hatırlanacağı gibi, İran seyahati dönüşü Şam'ın Annan Planı'nı uygulama kararına değinen Tayyip Erdoğan, Esad'ın sözünde durmayacağını peşin bir hükümle ilan etmişti.
Suriye konusunda Annan'ın devreye girmesinden hoşnutsuz olan Türkiye, askerî müdahaleyi neredeyse tek seçenek olarak görüyordu. Ancak 30 Nisan'daki MGK toplantısından sonra yapılan açıklamada Annan Planı'nın uygulanmasına dikkat çekilerek şu sözlere yer verildi: "14 Nisan 2012 tarihli Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi kararı uyarınca Suriye'nin Kofi Annan'ın altı maddelik planının tüm unsurlarını eksiksiz yerine getirme yükümlülüğüne dikkat çekilmiştir."
MGK açıklamasında, önceki yazımızda da değindiğimiz üzere Türkiye'nin cepheyi genişlettiğini ortaya koyarcasına Bağdat yönetimine de üstü örtük uyarı vardı: "Bu ülkenin karşı karşıya bulunduğu sorunların ülkenin birlik ve bütünlüğü temelinde, çoğulcu demokrasi ve hukukun üstünlüğü ilkeleri çerçevesinde çözüme kavuşturulması gerektiği değerlendirilmiştir."
Suriye cephesi
Esad yönetiminin kabul ettiği Annan Planı'nın işlediğini hem Baas rejimi hem de BM yetkilileri ifade ediyor. BM ve Arap Birliği Suriye özel temsilcisi Kofi Annan'ın sözcüsü Almed Fevzi, "Ateşkes ihlallerine rağmen Annan planı uygulanmaya devam ediliyor. Yavaş ve küçük adımlarla da olsa plan hayata geçiriliyor. Bir yılı aşkın süredir devam eden krizin birkaç günde çözülmesini beklemek doğru değil" dedi (4 Mayıs). Öte yandan, Suriye'deki silahlı İslâmcı muhalefetin Türkiye'nin arzuladığı güce erişememesi, Erdoğan'ın Esad'a karşı sert tutumunu eskisi kadar hararetli biçimde dillendirememesine sebep oluyor. Hâlihazırda tüm bölge ülkelerini karşısına almış bulunan Türkiye'nin dış politikasında önümüzdeki günlerde yeni eğilimler ortaya çıkacak gibi görünüyor.
Bölgede giderek yalnızlaşacak olan Türkiye'nin Kürt politikasında da dikkat çekici gelişmeler olabilir. Bunun en bariz örneğini, muhtemelen 2 Haziran'da Diyarbakır'a gidecek olan Erdoğan'ın açıklamaları ortaya koyacak. Erdoğan'ın burada başta Türkiye ve Irak olmak üzere dört parçadaki Kürtlere seslenmesi ve "yeni" vaatlerde bulunması gündeme gelebilir. Nitekim AKP Diyarbakır İl Başkanı Halit Advan, Erdoğan'ın bu seyahati sırasında Kürt sorununun çözümü konusunda "müjde" vermesini beklediklerini ileri sürdü. Cemil Çiçek'in yeni anayasa hazırlıklarının yıl sonuna kadar tamamlanmasını arzuladıklarını söylemesi (4 Mayıs), bu "müjdenin" temel dayanağını oluşturabilir.
Kürt hareketinin bu "müjdeye" nasıl yanıt vereceği ise merak konusu. Bu süreçte, kamuoyunda "Haberal tasarısı" olarak bilinen kanun teklifinde, Öcalan'ın avukatlarıyla görüşmelerini engellemeyi tasarlayan maddenin geri çekilmesi de Erdoğan'ın muhtemel yeni söylemine dayanak oluşturma çabası olarak okunabilir. Keza tutuklu milletvekilleri için yürütülen çalışma da bu sürecin bir uzantısı gibi görünüyor.
Bu arada, son bir haftada askerî operasyonların sıklaşması, Yüksekova'da 18 işverenin gözaltına alınması (27 Nisan), Kandil ve Mahmur'dan Ekim 2009'da Türkiye'ye gelen Barış Grubu üyesi yedi kişiye toplam 76 yıl hapis cezası verilmesi (24 Nisan) not edilmeye değer görünüyor.
Suriye'deki Kürt muhalefetinin diplomatik bir hamlesini de bu fasılda not etmekte fayda var. Aralarında Demokratik Birlik Partisi (PYD), Komünist Emek Partisi ve Demokratik Marksist Parti'nin de bulunduğu sol partiler, 17-18 Nisan tarihleri arasında Moskova'da temaslarda bulundu. PYD lideri Salih Mislim temaslarını şöyle açıkladı: "Rusya, diplomatik geleneğinde pek görülmemiş biçimde bizi resmî olarak davet etti ve Dışişleri Bakanlığı düzeyinde görüşmeler yaptık. Görüşmeler olumlu geçti, karşılıklı görüş alışverişinde bulunduk. Bu görüşmeler boyunca düşüncelerimizin benzer olduğunu gördük. Suriye'deki Kürt sorunu konusunda bir dosya sunduk. Bizim talebimiz, Rusya'nın özerk bölgelere tanıdığı haklardan daha fazla değildir. Bu yüzden taleplerimizi çok makûl buldular."
Bu temaslardan kısa süre sonra (25 Nisan) Rusya Dışişleri Bakanlığı'nın Suriye'deki İslâmcı muhalefete sert tepki göstermesi dikkat çekici. Bakanlık sözcüsü Alexandre Lukachevitch "Suriye'de yoğun bir terörizm taktiğine geçen muhalif gruplar var" dedi.
BDP'nin ABD seyahati
BDP Eş Genel Başkanları Gültan Kışanak, Selahattin Demirtaş ve DTK Eş Başkanı Ahmet Türk, simgesel anlamı çok büyük olan bir seyahat gerçekleştirdi (23 Nisan). Türkiye'de "Ulusal Egemenlik" bayramı olan 23 Nisan kutlamalarını boykot eden BDP'nin yöneticilerinin ABD seyahatinin Mesud Barzani'nin ABD'den dönüşünden hemen sonra gerçekleşmesi, hem Türkiye'ye hem de Barzani'ye önemli bir mesaj olarak okunabilir.
5 Mayıs'ta ANF'ye konuşan PKK yöneticilerinden Cemil Bayık'ın Deniz Gezmiş'lerin idamını (6 Mayıs) işaret ederek Türkiye sosyalist hareketinin takipçisi olduğunu vurgulamasıyla BDP'nin ABD seyahati arasında bir çelişki olduğu söylenebilir. Ancak BDP'nin reel-politik hamlelerinden biri olarak tarihe geçecek olan bu seyahat, bölgede oluşacak yeni dengeler konusunda Kürt hareketinin kendi pozisyonunu ABD'ye hatırlatması bakımından dikkat çekici. Bu aynı zamanda Türkiye'ye, Kürt hareketine karşı ABD'de kullandığı argümanları bertaraf edebileceklerine veya gerektiğinde ABD'ye de yaklaşılabileceğine ilişkin açık bir mesaj oluşturuyor. BDP heyetinin Washington'daki Kürdistan Hükümeti Temsilcisi Qubad Talabini ve Türkiye büyükelçisi Namık Tan'la da görüştüğünü belirtmek lâzım.
Türkiye'nin Kürt hareketine karşı ABD'de kullandığı temel argümanlardan biri, bu hareketin anti-Amerikancı, sol kimliği. BDP ise Washington'da, şimdinin Van milletvekili Nazmi Gür öncülüğünde temsilcilik açarak (Mayıs 2010) Türkiye'nin Kürt karşıtı lobi çalışmalarına yönelik karşı hamlede bulunmaya başlamıştı.
Türkiye'nin BDP'nin bu hamlesinden rahatsızlık duyduğunu tahmin etmek güç değil. Ancak Kürt hareketinin ABD'yle temaslarının bu hareketin daha "kontrollü" ilerlemesine yol açmasından medet umanlar da var. Nitekim 23 Nisan resepsiyonunda konuyu değerlendiren Cumhurbaşkanı Abdullah Gül, şöyle konuştu: "Dünya kamuoyu da artık Türkiye'yi çok iyi takip ediyor. Bu açıdan böyle görmek gerekir. Orada nitekim büyükelçimiz de ağırlayacak, büyükelçiliğimize uğrayacaklar. Dolayısıyla bunları illegal bir faaliyet gibi görmemek gerekir."
Öte yandan, Kürt hareketinin ABD'yle ilişkisine nihaî şeklini verecek kişi, Abdullah Öcalan. 1999'da bizzat ABD eliyle Türkiye'ye teslim edilen Öcalan, 27 Temmuz 2011'den beri avukatlarıyla görüştürülmediği için sürece şimdilik müdahil olamıyor. (Bu bağlamda Öcalan'ın avukatlarıyla görüşmesine önümüzdeki haftalarda izin verilmeye başlanması şaşırtıcı olmamalı). Ancak tekrar vurgulamak gerekirse, Kürt hareketinin, yapısı gereği Ortadoğu'da ABD'nin güdümünde bir projeye dâhil olması mümkün görünmüyor. Washington'da BDP heyetinin sıklıkla halk hareketinin etkisine dikkat çekmesi, ABD'nin bölgeyi yukarıdan müdahaleyle şekillendirme çabalarına verilmiş bir uyarı olarak da okunabilir. (İA/HK)
* Yazının geniş versiyonu için bkz: http://birdirbir.org/turkiyenin-ortadogu-emelleri