Türkiye'nin geçmişte olduğu gibi günümüzde de Batılılaşma/modernleşme sancısını derin bir biçimde yaşadığı söylenebilir. Gecikmiş bir modernleşmenin getirdiği sorunlarla, iddialı bir varsayım olmakla birlikte, "belki de çok uzun bir süre, hatta (belki de) hep yaşayacak" olduğu da söylenebilir.
Ok yaydan (çoktan) çıktı. Belki de üç-dört yüz yıl önce. Hedef ise, özellikle Cumhuriyet tarihi boyunca, ne kadar tartışmalı, ne kadar sorunlu olursa olsun "Batılılaşma/modernleşme/çağdaşlaşma" olarak kondu. Ancak ok bunca zamandır hedefine, yani Batıya ulaşamadı. Batıya gözlerini çevirmiş Türkiye, Cumhuriyetin yönetici seçkinlerinin uyguladığı Batılı olmaktan çok "Batıcı" politikalar ve çizgisellik sütunu üzerine kurulmuş bir aydınlanma/modernleşme projesi ve bu projenin niteliğinin henüz (pek) aşıl(a)mamış olduğu gerçeğinin, bir başka deyişle hedefin konmasında ve bu hedefe ulaşmada yaşadığı sorunlarının ferasetiyle her defasında ister istemez kendi realitesiyle yüzleşmek, kendini tanımlamak, kendi birikimini yoklamak, kendini anlamaya çalışmak zorunda kalıyor.
Batı kendi projesini dağıtıyor
Bu sorunun hep varolmakla birlikte, 1980'lerden sonra daha sıklıkla gündeme geldiğini görüyoruz. Bunun en önemli nedeni ise, Batının kendi yarattığı ve pek çok ülkeye dayattığı modernleşme projesini uzun zamandır yine kendisinin dağıtıyor olması. Başka bir deyişle modernleşme projesi içinden okunabilecek siyasete, kültüre, topluma dair tüm pratikler ve düşünsel ifadelerin yapısöküme uğratıldığı bir süreçte, Türkiye gibi pek çok ulus-devletin modern pratiklerinin de sorunsallaştığını görüyoruz.
Dolayısıyla günümüzde kuramsal tartışmaların çoğunun temelinde yer alan Batının modernleşme projesinin eleştirisi, yalnızca Batı için değil, siyasal, kültürel, ekonomik ve sosyal yaşantısını bu projeyle biçimlendiren Türkiye için de geçerli bir eleştiri olarak karşımıza çıkıyor. Benhabib'e göre, Batıda genel olarak hissedilen Aydınlanma düşüncesinin krizi ile Türkiye'de yaşanan Kemalist düşüncenin krizi aynı etmenlerin oluşturduğu durumlar olarak beliriyor.
Aklın egemenliğindeki bir projenin farklılıkları bastıran, dışsallaştıran, yabancılaştıran, sömüren, yerinden eden niteliğiyle içselleştirilmiş kötücül bir iktidar biçimi olarak yayılması Batının olduğu kadar elbette Türkiye'nin de sorunu olarak karşımıza çıkıyor. Yine Benhabib'e göre, Türkiye'de Batılı Aydınlanma felsefesinin en önemli uzantılarından birinin de modern Türkiye Cumhuriyeti'nin temelinde yatan Kemalizm ideolojisi olduğunu düşündüğümüzde, Aydınlanma düşüncesinin bir uzantısı olarak kabul edilebilecek Kemalizm'in hukuk devleti, laiklik, toplumsal ve politik eşitlik kavramlarının ya da ilkelerinin uzun zamandır Türkiye'de de krize girmiş olduğunu görüyoruz.
Hukuk sisteminin, suçları adil ve zamanında cezalandırmaktan uzak olması, laiklik tartışmaları, yaşanan ekonomik krizlerin gelir dağılımında yarattığı sorunlar ve yine politik temsil sorunları vs. Türkiye'de yaşanan bu krize örnek olarak gösterilebilir.
Batı toplumlarının düşünsel gelişimini ve modernliğin geldiği son aşamayı Ulrich Beck'in "düşünümsellik" (reflexivity) kavramsallaştırmasıyla açıklamak mümkün: Düşünümsellik, bireylerin içinde yaşadıkları toplumda, yapılarla girdikleri ilişkide tek yönlü bir belirlenme ve boyun eğme pratiğinden çıkıp, yapı-eylem diyalektiğinin karşılıklı kurulma mantığının ayırdına varmaları ve araçsal rasyonalitenin hakimiyetinde dayatılan toplumsal, bilimsel ve teknolojik yapıları sorgulamaları olarak tanımlanıyor.
Düşünümsel modernlik
Ulrich Beck, "düşünümsel modernlik" olarak adlandırdığı modernleşmenin gelinen bu son aşamasında, birbiriyle bağlantılı iki önemli gelişmeye dikkat çekiyor:
- Basit modern toplum içinde geleneği rasyonelleştiren ve gelenekselleşen yapıların tasfiyesine gidilmektedir.
- Risk dağılımının belirlediği toplumda, toplumsal aktörlerin niteliği de değişmektedir.
Buna göre, toplumsal eylemin faili, kaynakların eşitsiz dağılımından şikayet eden toplumsal sınıflardan çok "birey"lerdir. Özellikle son 30 yıldır Batıda, daha önceki modern teori içinde vurgulanan özne kimliklerinin önceden verili birer öz olduğunu belirten görüşler ve bu görüşlerle bağlantılı olan sınıf, parti gibi kolektif kimliklerin zayıfladığı, öznelliğin çeşitli toplumsal ortamlar içerisinde toplumsal olarak inşa edildiği yolundaki görüşten hareketle toplumsal cinsiyet, ırk, cinsel tercihler, etnik statüler, marjinal bireyler ve gruplar gibi kültürel kimliklerin ağırlık kazanmaya başladığı görülüyor.
Nilüfer Göle'ye göre, Batı modernizmi, bireye dayalı liberal değerleri de oluşturarak, dinsel ve geleneksel inançların yoğurduğu cemaat ilişkilerini dönüştürmüş, daha heterojen, farklılaşmış, çoğulcu bir toplumsal yapıya ulaşmıştır.
Batı toplumlarının geldiği bu aşama düşünümsel modernlik tartışmaları içinden değerlendirilir ve özellikle bireylerin mevcut yapıları sorgulamalarından ve kendi özgüllüklerini ortaya koymalarından kaynaklı olarak bireyselleşme üzerindeki tonlama artarken, Türkiye gibi ülkelerin ise kendi iç dinamiklerinden ve olumsuz küresel etkilenimlerden kaynaklı olarak bu süreçten, bir başka deyişle, Nalçaoğlu'na göre, "düşünümsel bir toplum olmaktan uzak olduğu" görülüyor.
"Basit-modern"
Kısacası, Türkiye, Kemalist modernleşme projesinin yarattığı açmazlarla (bu açmazları tanımlamaya çalışsa da) başedebiliyor olduğu izlenimini vermiyor. Geleneksel ulusalcı, muhafazakar söylemlerin ağırlıklı olarak dolaşımda olduğu, geleneğin rasyonelleştirildiği, yapının katı ve bireyselleşmenin henüz çok zayıf olduğu Türkiye'de mevcut yapıyı halen yine Beck'in kavramlarından yararlanarak "yarı-modern", ya da "basit-modern" olarak tanımlamak mümkün.
Başka bir deyişle, Türkiye'de hem katı yapının dağılmaktan, hem de bireylerin kendi varoluşları için, içinde yaşadıkları toplumun yapılanmasını sorgulayabildiği bir sorumluluk üstlenmeden ve kendi özgüllüklerini ortaya koyabilecekleri bir retorik geliştirmeden henüz uzak oldukları gözlemlenmekte.
Günümüzde, kitle iletişim araçlarındaki pek çok tür de, geleneksel ulusalcı, muhafazakar söylemi yeniden üretmekte, gelenekselliği rasyonelleştirmektedir. Yapılan pek çok televizyon programına, geleneksel milliyetçi/ulusalcı muhafazakar söylemin izdüşümleri yansımaktadır. Bu türlerde, etnik ayrımcılık, cinsel ayrımcılık, toplumsal cinsiyet rolleri, vs... yeniden üretilmekte, kadın, erkek gibi özne konumlarının ve devlet, polis, bayrak, vatan, millet vb. gibi kavramların çerçevesi çoğu kez hiçbir esnekliğe ve farklı/marjinal görüşlere yer verilmeksizin geleneksel muhafazakâr söylemle katı bir biçimde çerçevelenmektedir. (DE/GG)
* Derya Erdem, Ankara Üniversitesi, Gazetecilik Ana Bilim Dalı, Doktora
Kaynakça
Beck, Ulrich (1992), Risk Society: Towards a New Modernity, Çev. Mark Ritter, London: Sage.
Benhabib, Seyla (1999), Modernizm Evrensellik ve Birey Çağdaş Ahlak Felsefesine Katkılar, İstanbul: Ayrıntı.
Göle, Nilüfer (2001), Modern Mahrem, Medeniyet ve Örtünme, İstanbul: Metis.
Nalçaoğlu, Halil (2000), "Risk Society: Towards a New Modernity", Kültür ve İletişim, 3/1, 124-127.