Başbakan Binali Yıldırım ve Adalet Bakanı Bekir Bozdağ HDP Eş Genel Başkanları Selahattin Demirtaş ve Figen Yüksekdağ’la birlikte dokuz milletvekilinin tutuklanmalarına karşı yükselen ulusal ve uluslararası tepkilere hukuksal kılıf bulma gayreti içine girmişler.
Başbakan basına yaptığı açıklamada “Hukukun üstünlüğünü tanımamışlardır. Yapılan işlem mahkemelerin yaptığı çağrıyı yerine getirmemeleri üzerine gerçekleşen işlemdir. Siyaset, suç işlemenin bir kalkanı olamaz” diyor.
Adalet Bakanı Bekir Bozdağ da “(…) Türkiye hukuk devleti, kanun önünde herkes eşit, herkese uygulanan milletvekillerine de uygulanır. Eşitlikten niye rahatsız oluyorsunuz?” dedi.
Böylece Sayın Erdoğan’ın emriyle milli düşman ilan edilen HDP’ye karşı yapılan hukuk dışı darbeyi meşrulaştırdıklarını sanıyorlar.
Oysa AKP ve hükümeti gırtlağına kadar hukuksuzluk içindedir. Hiçbir AKP sorumlusunun hukuktan, hukuk devletinden ve kanun önünde eşitlikten söz etmeye hakkı yoktur. Başta Sayın Erdoğan olmak üzere AKP hükümeti ve parti yöneticileri Anayasayı ve ulusal hukuk sistemini tümüyle dışlayan keyfi bir yönetim kurmuşlardır. Adeta bir darbe yönetimi uygulanmaktadır.
Anayasa açısından cumhurbaşkanı bağımsız ve tarafsızdır
Anayasanın 101/4. maddesi “Cumhurbaşkanı seçilenin partisi ile ilişkisi kesilir ve TBMM üyeliği sona erer.” 103/2. Maddesi de Cumhurbaşkanının “üzerime aldığım görevi tarafsızlıkla yerine getirmek için bütün gücümle çalışacağıma Büyük Türk Milleti ve tarih huzurunda namusum ve şerefim üzerine ant içerim.” diye yemin ederek tarafsız olacağını düzenlemekte.
Oysa Sayın Erdoğan seçildiği andan itibaren AKP ile fiili bağlantısını sürdürmekte, partinin kongrelerinde genel başkan adayını ve merkez karar organı adaylarını kendisi belirlemektedir.
Seçimlerde partinin milletvekili listelerine son şekli veren bizzat kendisidir. Seçimlerde AKP adına seçim kampanyasına katılmakta ve AKP’ye oy istemektedir. Seçim konuşmalarında muhalefet partilerini eleştirirken onları yerden yere vurmakta, daha da ileri giderek kimi muhalefet partilerini ismen anmak suretiyle vatan hainliği ile suçlamaktadır. Bir siyasi parti üyesi olması mümkün olmayan, tarafsız olması ve muhalefet partileriyle polemik yapmaktan imtina etmesi gereken Sayın Erdoğan’ın Cumhurbaşkanı sıfatıyla aktif bir parti Genel başkanı gibi davranması açık bir anayasa ihlalidir. Sayın Erdoğan seçildiği günden itibaren anayasa hükümlerini yok sayarak taraflı davranmayı bir alışkanlık haline getirmiş ve bunu sürdürmektedir.
Anayasa açısından yargı bağımsızdır; yargıçların dokunulmazlık güvencesi vardır
Anayasanın 138/2. maddesi “Hiçbir organ, makam, merci veya kişi, yargı yetkisinin kullanılmasında mahkemelere ve hâkimlere emir ve talimat veremez; genelge gönderemez, tavsiye ve telkinde bulunamaz.” Hükmü ile mahkeme ve hâkimlerin masuniyetini güvence altına almaktadır. Anayasanın 153/5. maddesi de “Anayasa mahkemesi kararları (…) yasama, yürütme ve yargı organlarını, idare makamlarını ve tüzel kişileri bağlar” ifadesi ile yüksek mahkeme kararlarının bağlayıcılığını kesin hükme bağlamıştır.
Oysa Sayın Cumhurbaşkanı yüksek mahkemenin beğenmediği kararlarını en sert şekilde eleştirmekte. Kimi zaman da “Yüksek Mahkemenin aldığı karara saygı duymuyorum” diyebiliyor ve kararı bozulan ilk mahkemelere “Anayasa mahkemesinin kararını dinlemeyin verdiğiniz ilk kararda ısrar edin” talimatını vermekte sakınca görmüyor.
17-25 Aralık’ta milyonlarca doların kullanıldığı rüşvet ve görevi kötüye kullanma olayında yakalanan dört bakan ve bir banka müdürünün suçları, Sayın Cumhurbaşkanının müdahalesiyle hem mecliste hem de yargıda aklanarak örtbas edildiğini ve müsadere edilen paraların faiziyle birlikte kendilerine iade edildiğini bilmeyen yoktur.
Hükümetin ve Bakanların münhasır yetkisinde olan ikincil önemdeki konularda bile alınacak önlem ve kararlar Sayın Cumhurbaşkanının oluru alınmadan uygulamaya konulamaz. Merkez Bankası, Radyo ve Televizyon Üst Kurulu (RTÜK), Yüksek Öğrenim Kurulu (YÖK), Bankacılık Düzenleme ve Denetleme Kurumu (BDDK), Tasarruf Mevduatı Sigorta Fonu (TMSF), Hakim ve Savcılar Yüksek Kurulu (HSYK) ve benzeri özerk kuruluşların resen almaları gereken önemli kararlar mutlaka Sayın Cumhurbaşkanının tasvibine sunulduktan sonra yürürlüğe girmektedir.
Uygulanmakta olan yönetim tarzı sıkça ifade edildiği gibi bir “kişisel iktidar” biçimi değil, hukuka dayanmayan “iktidarın kişileşmesi” olayıdır.Oysa anayasamıza ve yürürlükteki hukuk sistemine göre iktidarı kullanma yetkisi münhasıran hükümete aittir. Nitekim Sayın Erdoğan Başbakanlık yıllarında Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün kendisinden habersiz Ankara Valisine verdiği basit bir talimat nedeniyle “Devlet iki başlı yönetilemez” diyerek çok sert tepki göstermiş ve Sayın Cumhurbaşkanını hizaya getirmiştir. Nitekim Sayın Gül’ün Cumhurbaşkanlığı döneminde bir daha benzer bir olay yaşanmadı.
Herkes ayırım gözetilmeksizin kanun önünde eşittir
Anayasa’nın 10/1 maddesi “Herkes (…) ayırım gözetilmeksizin kanun önünde eşittir” hükmünü getirmiş. Başbakan ve Adalet Bakanı açıklamalarında bu maddeyi yineleyerek HDP milletvekilleri, kanun önünde eşitlik ilkesini tanımayarak, yargı organlarının davetine uymadıkları için zor kullanılarak gözaltına alındıklarını ve uygulamanın yasal olduğunu öne sürmektedirler.
Oysa AKP iktidarlarında ‘kanun önünde eşitlik’ ilkesine hiçbir zaman uyulmamış, bu ilke her zaman keyfi biçimde uygulanmıştır.
Örneğin 7 Şubat 2012’de sorgusu yapılmak üzere savcılığa çağrılan MİT Müsteşarı Hakan Fidan’ın davete icabet etmemesini bizzat Sayın Cumhurbaşkanı istemiş ve Sayın Fidan çağrıya uymamıştır. Meşum 15 Temmuz darbesinden aylar önce kimi vatandaşların kendi aralarında anlaşarak demokratik hak ve özgürlüklerin genişletilmesi ya da hükümetin barış için inisiyatif alması talebiyle hazırladıkları ve yüzlerce imzacısı olan bildiriler yayımlandı, açıklamalar yapıldı.
OHAL ilanından sonra bu açıklamaları imzalayanların bir bölümü hakkında kovuşturma açıldı. Memur olan imzacıların da bir bölümü görevden uzaklaştırıldı. Suçlamalar ‘kanun önünde eşitlik’ ilkesine göre değil salt AKP muhaliflerini tasfiye etmek amacıyla yapıldı. Aynı metni imzalayan yüzlerce kişiden bazı isimler seçilerek görevden atıldığı halde, büyük çoğunluğu oluşturan diğerleri hakkında hiçbir işlem yapılmadı. Yapılan işlemin, eşitlik ilkesine saygı değil, muhalefeti tasfiye girişimi olduğunu yadsımak mümkün mü?
HDP’liler neden savcıların davetine uymadı?
Sayın Cumhurbaşkanının emri ve “3. Milliyetçi Cephe” partilerinin (AKP, CHP ve MHP) ortak kararı ile Anayasada makabline şamil [geçmişteki olayları da etkileyen; geriye dönük] geçici bir değişiklik yapılarak dokunulmazlıklar kaldırıldı. Bu değişikliğin amacı HDP milletvekillerini Meclisten çıkarmak ve tutuklatarak tasfiye etmek olduğu açıktır.
CHP’liler “kanunlar geriye doğru işlemez” hükmü uyarınca değişikliğin iptal edileceğini öne sürüyor ve sonuç doğurmayacak bir teklifi desteklemekte sakınca görmüyorlardı. Oysa bu, zevahiri kurtarma çabasıydı. Nitekim mecliste Anayasa Mahkemesine dava açacak çoğunluğu sağlamak olanaksızdı.
Dava açılabilse bile “Yüksek mahkeme sadece şekil yönünden denetlemekle yetkili olduğu” ilkesine dayanarak esasa girmeyecek ve davayı reddedecekti. Böylece evrensel hukuka aykırı biçimde yapılan “makabline şamil” nitelikteki Anayasa değişikliği yürürlüğe girdi. Bu düzenlemeyi meşru sayarak yargılamayı kabul etmek, yapılan hukuksuzluğa ortak olmak anlamına geliyordu.
Nitekim evrensel hukuk açısından dokunulmazlıkları devam eden HDP milletvekilleri, yapılan hukuksuzluğa meşruluk kazandırmak istemedikleri için yargısal davetlere katılmamış ve zuhuru muhtemel sorumlulukları AKP hükümetine yüklemeyi uygun görmüşlerdir. Buna karşılık hükümet 3 Kasım 2016 günü gece sabaha karşı 6 ilde eşzamanlı olarak kapılarını kırdırmak suretiyle 15 HDP milletvekilinin gözaltına alınmasına olur vermiştir. İkisi Eşgenelbaşkan olmak üzere 9 milletvekili tutuklanmış ve ailelerinin ikamet ettikleri yerlere mümkün olan en büyük uzaklıktaki değişik cezaevlerine gönderilmişlerdir. Diğerleri için adli süreç işlemektedir. Bundan sonraki gelişmeler için tarih karar verecek…
Cumhurbaşkanının sorumsuzluğu ve hükümetin sorumluluğu
Anayasanın 105/1. maddesine göre “Cumhurbaşkanının (…) tek başına yapabileceği belirtilen işlemler dışındaki bütün kararları, Başbakan ve ilgili bakanlarca imzalanır; bu kararlardan Başbakan ve ilgili bakan sorumludur.” Diğer bir deyimle Cumhurbaşkanı mutlak manada sorumsuzdur.
Sayın Cumhurbaşkanının yukarıda başlayarak değindiğimiz Anayasa ve hukuk dışı tasarruflarından dolayı hiçbir sorumluluğu yoktur. Her türlü sorumluluk hükümete aittir. Sayın Başbakan Binali Yıldırım ya seleflerinden Sayın Erdoğan’ın yaptığı gibi Cumhurbaşkanını Anayasa sınırları içinde kalmaya davet edecek ve ülkede hüküm süren hukuksuzluğa son verecek ya da hem sorumluluktan kurtulmak, hem de toplumun önünü açmak ve bir çıkış yolu bulmasına yardımcı olmak için istifa edecek.
Bir üçüncü yol da bugünkü kaosu ve hukuksuzluğu sürdürmek; Türkiye’yi kendi kaderine terk etmektir. Unutmamak gerekir ki, hiçbir toplum sonsuza dek keyfiliğe ve hukuksuzluğa boyun eğerek varlığını sürdüremez. (TZE/EKN)