Fotoğraf: Anadolu Ajansı
Türk-İslam Sentezi denilen siyasal görüşün suni bir bileşimden ibaret olduğunu, hayatta bunun, zorlama girişimler dışında bir karşılığının olamayacağını, çünkü milliyet ile dinin (siyasal bir tanım olarak ümmetin) tarihsel bir çatışma yaşadığını bu nedenle bırakın bir senteze ulaşacaklarını, örtüşmelerinin bile kimilerince mümkün olamayacağı söyleniyordu.
Okumalarımın Batı toplum incelemelerine takılıp kalması, sınıf başlığı altında yapılan toplum analizlerinin her koşulda en tepeye oturtulması nedeniyle ben de uzun bir süre böyle düşünüyordum.
Milliyet ve din alanında Batı toplum incelemelerine takılıp kalmak ne demek? Bunun Türklük ve Müslümanlık ilişkilerini anlamaktaki yöntem yanlışlığı nedir?
Milliyetçilik Batı çıkışlı bir ideoloji olup burjuvazinin feodal monarklar ile kilise ittifakından oluşan iktidarlarının yerine bütünsel bir toprak parçası ve gümrük duvarları üzerinde merkezi ulus devleti esas alarak kapitalist üretim tarzını ikame etmenin bir aracıdır.
Bu süreçteki asıl çatışma burjuvazinin bir politik, kültür ve toplum sözleşmesi hareketi olarak Aydınlanma ile dönemin feodal iktidarlarıyla bu orta çağ iktidarlarının bir hükmetme aparatı haline gelmiş ve büyük toprak mülkiyetine sahip kilise (din) arasında yaşandı.
Sınıf kavramı
Bu tarihsel çatışmadan dolayı milliyetçilik ile dinin sentezlenmesi ve burjuva devleti toplum sözleşmesinin politik potasında bulunması mümkün olmadı, olamazdı da. Elbette din, burjuva iktidarlar için de yeri geldikçe kullanıldı.
Ancak bu tarihsel, siyasal ve sosyal gerçeklik Batı Hristiyan toplumları için geçerliydi.
Batı’daki bu olgudan hareketle bunun İslam toplumlarında da milliyet ile dinin bir sentezinin, en azından bir ittifakının olamayacağı dogmatik sonucuna varıldı. Dogmatik diyorum çünkü bir yerde tarihsel olanın diğer yerde de (Eş zamanlı olsun, olmasın) benzer bir tarihselliğinin olacağını varsayılmaktaydı.
Tedrisatından geçtiğim dünya görüşüm nedeniyle sınıf kavramı, tarihin ve toplumların analizinde katalizör rolüne sahipti. Tarihin ve toplumların analizindeki bu önemli görüşün dünyanın her yerine ikame edilmesi, bir diğer deyişle Batıdaki siyasal matrislerin bizim gibi toplumlarda da aynı işlevselliklere sahip olduğu görüşü, büyük yanılgıların da kaynağı oldu.
Bir diğer deyişle tarihsel materyalizmin sınıfsal mücadeleler gözlüğünü her yerde ve her zaman toplum analizlerinin başat hatta tek bir ölçüsü olarak kullanmanın büyük ölçüde yanıltıcı sonuçlar doğurduğu gerçeği yaşandı. Halbuki Marx’ın (Belki de zamansızlıktan) yeterince üzerinde duramadığı Asya Tipi Üretim Tarzı görüşü, Marx’ın bu tarihsel gerçekliğin (Tabi İdris Küçükömer, Divitçioğlu, Kemal Tahir tarzında değil) farkında olduğunun da işaretiydi.
Bu durum bizim gibi ülkelerde genel olarak Marksist solun düştüğü anokrizmlerden biridir.
Üç tarzı siyaset
Osmanlı’yı Batı’dan farklı kılan onlarca neden var. Bunlardan Osmanlı’da küçük ticaret burjuvazisinin dışında bir burjuva sınıfı ve kapitalist ekonominin yokluğu, Osmanlı’da çok sayıda etnik ve dini azınlıkların olması ve bu çeşitliliği millet sistemi (Müslümanlar ve Gayrimüslümler) şekliyle idare edebilirken, milliyetçilikler dönemiyle birlikte millet sisteminin iflası, köylü toplumu olması gibi nesnel nedenler Osmanlı’daki siyasi atlası Batı siyasal atlasından farklı kılıyordu.
Osmanlı’nın 19. yüzyılının ve Cumhuriyet döneminin siyasal mücadelelerinde sınıfsal faktörler olmakla birlikte esas olarak etnik faktörler başat rol oynamıştır. Elbette Türk ve Müslüman egemen çevreler, bu faktörleri aynı zamanda Gayrimüslimlerin mallarını gasp ederek ekonomik, sınıfsal bir güç edinmenin yolu olarak kullandılar.
Osmanlı’nın özellikle İttihat Terakki dönemini ve onun genel olarak devamlılık arz eden Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin karakteristik yapısını ve son 20 yıllık AKP iktidarını anlamak için, şu meşhur Üç Tarzı Siyaset meselesini iyi okumak gerekir.
Osmanlıcılık, İslamcılık, Türkçülük!
1839 Tanzimat Fermanı’yla başlayan, II. Abdülhamit’in 1876 yılında tahta geçmesine kadar kör topal devam eden Osmanlıcılık siyaseti, Osmanlı’nın çöküşünü durdurmak ve modernleşmenin devamını sağlamak için Osmanlı vatandaşlarını eşitlik fikriyle bir arada tutmayı amaç edinmiştir.
Osmanlı’nın nesnel koşulları ne bu amaca yeterince uygun bir yapıya ne de bu fikriyatı hayata geçirecek iradeye sahip değildi.
II. Abdülhamit 1876 Anayasa’sını yürürlükten kaldırdı ve 1878 yılında Meclis-i Mebusanı kapattı.
Adı, kurduğu istibdat rejimiyle özdeşleşen Abdülhamit, Osmanlı’nın devamlılığını Müslümanlık sözleşmesiyle sağlamayı esas aldı. Gelişen milliyetçilik hareketlerine karşı ancak İslamcılık anlayışıyla karşı konulabileceğine ve özellikle Gayrimüslimleri kendi zıttı olan güçle, yani Müslümanlıkla bastıracağını ve İslam birliği yoluyla Osmanlı’yı devam ettireceğini hesap etti. Tabi ki bu bastırma asıl olarak Gayrimüslimlerin tedrici olarak tasfiyesini de içeriyordu.
İttihatçıların iktidara gelmesiyle Abdülhamit tahtından indirildi. Osmanlı’da bundan sonra iktidar, padişahtan çok İttihatçı partinin eline geçti.
İttihatçılar Abdülhamit’i tasfiye ettiler ama onun Müslümanlık sözleşmesini devam ettirdiler. Üstelik Balkan Savaşlarıyla birlikte buna bir de Türkçülüğü eklediler. Gayrimüslimlerin tasfiyesi Abdülhamit’i aratmayacak zulümlerle devam ettirildi.
Cumhuriyeti kuran kadro, İttihatçıların Abdülhamit’ten aldıkları Panislamist ve daha çok Balkan ve Kafkas göçmenleri entelijansiyasından aldıkları Pantürkçülük anlayışından ‘Pan’ kısmı atarak, İslamcılık ve Türklük anlayışını devam ettirdiler. Cumhuriyet, Müslümanlık ve Türklük sözleşmesiyle yeni bir ulus devlet yaratmayı başardı.
Bu süreçte, İttihatçıların Gayrimüslim nüfusu tasfiye etmesi, Cumhuriyeti kuran ikinci sınıf İttihatçı kadroların elini güçlendirmiş hatta Türkçülüğü Müslümanlık potasıyla uygulamak için hazır bir zemin bulmuşlardı.
“Çağlar Keyder’in özetlediği gibi, ‘1913 yılında, bugün Türkiye olan coğrafyada, beş kişiden biri Hristiyan’dı; 1923’ün sonunda bu oran 40’ta bire düşmüştü’”
Ya bugün?
80 milyon ülke nüfusunun ancak 100 bini Gayrimüslim; 1923’te 40’ta bir iken, bugün 800 kişiden ancak 1 kişi Gayrimüslim.
Devlet ve siyasi oluşumlar
Türkiye Cumhuriyeti Devletinin karakteristiğini Müslümanlık ve Türklük Sözleşmesi oluşturmaktadır. Türklük, Müslümanlık zemini üzerinde kendini inşa ederken, Müslümanlık da Türklük üzerinden siyasal etki alanı oluşturdu. Bunun basit anlamı; Müslüman olacaksın, yetmez Sünni Müslüman olacaksın. Türk olacaksın, yetmez Sünni Müslüman Türk olacaksın.
İşte bu ideolojiyi savunursan ve bu tanıma aitsen, makbul vatandaş olursun!
İktidarın bugün Ermeni kökenli bir kaymakamımız var diye övünmesi ve bunu demokratikleşmenin bir referansı olan eşit yurttaşlığın bir göstergesi olarak sunmasının ayıplığı bir yana, aslında bu durum Türk-İslam sentezinin 120 yıllık örtülü bir kanıtıdır!
Ancak Cumhuriyetin Müslümanlık ve Türklük Sözleşmesi, toplumdaki siyasi oluşumlar ve partilerde aynı tanımlar veya ölçüler dahilinde yürümez. Çünkü bu kavramlar politikanın pragmatizminde ve güncelliğinde oynak hale getirilirler.
Tek Parti döneminde Müslümanlık arka planda kalmak kaydıyla Türkçülük öne çıkarıldı. Bunun iki nedeni vardı; biri Batılılaşma, laikçilik ve diğeri ise Türk ulus devleti kurma. Yoksa Diyanet İşleri Başkanlığı’nı kuran Cumhuriyet, Müslümanlığı her daim alesta tutmaktadır.
Çok partili sitemle birlikte devletin bu asli yapısal karakterine zeval vermeden, oy kaygılarıyla işin gittikçe Müslümanlık kısmına ağırlık veren politikalar çoğaldı. Partiler için ‘ekmek’ oradaydı. Gittikçe suni bir laik-anti laik çatışması körüklendi.
1980 darbesi Türkiye’nin uzun vadeli programını Müslümanlık-Türklük Sözleşmesi üzerinden Türk-İslam sentezi siyasetiyle yeniden çizdi.
Gerçi daha önceden bunun siyasi temelleri Aydınlar Ocağı tarafından atılmıştı. Hatta MHP’nin 1970’lerde “Tanrı Dağı kadar Türk, Hira Dağı kadar Müslümanız” sloganı, bir toplum projesi olarak hazırlanan Türk-İslam sentezi sürecinin başlangıç noktalarından biriydi.
Ancak ne hal olursa olsun bu toplum projesinin aslı, Cumhuriyet’in kurucuları tarafından, biçimsel farklılıklar olsa da çoktan formüle edilmişti. Türkiye’deki partilerin ve siyasal oluşumların çok büyük çoğunluğu bu esas yapıyı kerteriz olarak alıyordu.
Kürt sorunu üzerinden Türklük, laiklik karşıtlığı üzerinden İslamcılık pompalandı. Dünyadaki konjonktürün de uygunluğuyla MSP (Milli Selamet Partisi) ile başlayıp AKP dönemiyle İslamcılık ağır basmaya başladı.
Ancak Türklük üzerinden tahkim edilmeyen bir İslamcılığın sakıncaları (Kürtler ve Ortadoğu) görülünce, bu kez AKP iktidarı devletin asli ideolojisine rücu etti.
Ondandır tek dil, tek devlet, tek millet sloganları.
Ondandır Malazgirt ve sonrasının İslam ve Türkçülükle yoğrularak piyasaya sürülmesi.
Ondandır eskiden beri devam eden vatan hainliği iddialarının pıtrak gibi ortalığı sarması.
Ancak Erdoğan iktidarıyla işler o hale geldi ki, popülerleştirilen İslamcı siyaset ve yağma, rüşvet, çökme, talan ekonomisi devletin gelenekselleşmiş kurumlarını bozdu, neredeyse sistem şirazesinden çıktı.
Ondandır bütün bu olanların “Bayrak inmez, ezan susmaz” gibi Türkçülük ve İslamcılık sloganlarıyla üstünün örtülmeye çalışılması vb.
Sonuç yerine
Osmanlı ve Cumhuriyet’in devlet aydınlarında, ideologlarında, medrese ve üniversite camiasında eşit yurttaşlık hukukuna ve insan haklarına dayalı bir toplum sözleşmesi savunusu olmadığı gibi, tersine, bireye ve topluma, milli ve dini saiklere dayalı toplum sözleşmesi dayatması yoluyla bu kurumlar, Osmanlı ve Cumhuriyet devletinin ideolojik ve siyaset yapısının tahkim edilmesinin önemli araçları haline geliyorlar.
Ne Osmanlı’da ne de Cumhuriyet dönemi egemenlerinde eşit yurttaşlık fikri ve hukuk anlayışı hiçbir zaman olmadı. Çünkü “Ulus fikrini dinsel ve mezhepsel bağlılıklar üzerine kurmak, her türlü yurttaşlık perspektifini erişilmez kılmaktadır” (Hamit Bozarslan - Ortadoğu: Bir şiddet tarihi – 36)
Türkçülük ve Müslümanlık sözleşmesinin bugünkü halini, bir diğer deyişle Türk-İslam sentezini üreten ve iktidarlar için onu kullanışlı hale getiren iki sorun var: Kürt sorunu ve devlet din ilişkileri, (adına laiklik ya da sekülerleşme deyin, pek fark etmez.)! Bu her iki uç bir neden sonuç çevrimiyle birbirini tetikliyor.
Gerçek yurttaşlık perspektifine ve demokratik sisteme bu iki sorunun aşılmasıyla ulaşılabilir.
İşte ayağımızdaki pranga budur.
(HŞ/EMK)