Travmaya olan bağışıklığımız gün geçtikçe güçlendirilmeye çalışılıyor sanki. Her çeşit facia önümüze seriliyor. İnsanların dövülerek öldürülmesi, çocukların toplu cinsel istismara uğraması, barış için çabalayan kişilerin türlü hakaretlere, tehditlere maruz kalması, erkek şiddeti, yayın yasakları, ayakkabı kutuları, bazı din adamlarının birtakım söylemleri, ağaçların kesilmesi, Soma, Reyhanlı, Suruç, Ankara, İstanbul derken bir de her sabah aynı gezegene gözlerimizi açmaktan utanç duyduğumuz insanlar gibi liste alıp başını gidiyor. Nereye gittiği ise en ölümcül sorumuz, sorunumuz, sorumluluğumuz...
Bu topraklarda, Birhan Keskin’in dediği gibi “Yaşamak ne uzun bir korku”. Üstelik çok uzun bir süredir. Fiziksel olarak hayatta olsak bile, günbegün akıl sağlığımızı yitirme noktasına doğru gidiyoruz.
Bu Pazar günü hava nihayet bahar gibiydi. Cıvıl cıvıl olması beklenen sokaklar, sahiller, meydanlar bomboştu. Ve biz yine Birhan Keskin’in deyimiyle “Bir küfür gibi evde oturduk”…
Niye? Çünkü evden çıkmaya motivasyonumuz yok. Çünkü güvende hissetmiyoruz. Çünkü yorgunuz. Çünkü bıkkınız. Çünkü, çünkü, çünkü, çünkü...
Ölmek illa bombaların patlamasıyla olmuyor elbette. Korkuyla, sinmekle, susmakla da ölüyoruz. Dışarıda olmasa da evlerimizde patlıyoruz. Bedenimiz değil belki ama beynimiz patlıyor düşünmekten. Ruhumuz patlıyor duygularımızı bastırmaktan. Her yanımız yas. Tutamadığımız yas içimizde köklendikçe kökleniyor. “Kronik umutsuz” insanlar haline geliyoruz. Ve tam bu noktada “şiddet” kazanıyor. Bizleri evimizde esir ederek. Bizlere evimizde korkuyu ürettirerek. Birbirimizden şüphelenmemizi sağlayarak. Travmalarımızı kimseye göstermeden, konuşmadan yastık altında saklattırarak.
Travma, Gottfried Fischer’in tanımıyla, “kişinin başa çıkma olasılıklarıyla yaşanan olayın mahiyeti arasında büyük bir uçurum olma durumunda ortaya çıkacak çaresizlik durumudur” ve bireyin “kendisi ve dünya hakkındaki algısı”nın ciddi sarsıntıya uğraması halidir.
Fischer’e göre travma göreceli bir şey; “bu durumun özellikleri (“tehdit edicilik”) ile kişinin özellikleri (“kişisel başa çıkma mekanizmaları”) arasındaki bir ilişkidir”. Yalnızca tehlikenin doğası, bireyin başa çıkma yeteneğinden daha ağır basarsa, “tutarsızlık deneyimi” ortaya çıkar ve bu yüzden de çok çarpıcı bir duruma dönüşür.
Travmanın bilinenin aksine sözü yoktur. Bir koku, bir görüntü, bir ses, bir dokunuş, bir çağrışım yangın yerine çevirebilir belleğimizi. Alakasız olaylara verdiğimiz duygusal ya da fiziksel alakasız tepkiler, travmanın dallanıp budaklanabilme gücünü göstermektedir bizlere. Bilinçli olarak alakasız gelen şeyin bilinçdışında elbette alakalı olduğu pek çok yer vardır. Travma bilinçdışımızda köklenip, bedenimizde meyvesini verir. Travmayı yaşayan veya buna tanıklık eden kişiler çok uzun bir süre zihinlerinde aynı olayı evirip çevirip yeniden kurgulamaya, yeniden düzenlemeye çalışabilir. İşte tam bu noktada sosyal destek sistemlerinin devreye girmesi çok önemlidir. Her acı biriciktir, ancak birlikte konuşabilme, birlikte anlamlandırabilme, birlikte düşünebilme kişiyi yeniden umutlandıracak önemli adımlardır.
Kişinin kendisi ve dünya hakkındaki algısının tepetaklak olması travmanın en hazin sonucu olsa gerek. Ülke dediğimiz yer, eninde sonunda içinde kendimizi güvende hissetmek istediğimiz bir yerdir, ve ne yazık ki travmayla birlikte o güven duygusu yara alır. Peki bu yaraları sarmak ne ölçüde mümkündür?
Bireysel ya da toplumsal travma olsun hiç fark etmez. Yaralarımızı sarmadan önce onlara dokunabilmeyi öğrenmeliyiz öncelikle.
Yaranın gerçek yerini tespit edebilmeliyiz. Sosyal medya üzerinden ülkeyi kurtarmaktansa, ona buna sövüp insanların tansiyonunu yükseltmektense, felaket tellallığı yapan insanlarla muhatap olup, manipülasyonlara kapılıp gitmektense önce bir durup, o yaraya yakından bakmayı denemeliyiz. O yaranın hatırlatıcı işlevini, bireysel ya da toplumsal mücadelemizde güce dönüştürebilmeliyiz. Var olan yarayı, yaşamsal motivasyonumuza katıp, daha sağlam ayakta durabilmeliyiz. Yaşanılanları bastırmadan, unutmadan, ruhsallığımızda işleyerek var olabilmeyi öğrenmeliyiz. Travmanın gerçekliğini, yaşanmışlığını değiştiremeyiz ancak onunla olan ilişkimizi değiştirebiliriz. Daha fazla konuşarak, daha fazla yazarak, daha fazla çalışarak, daha fazla birlikte olarak; kısacası kendimizi daha fazla ifade ederek.
Unutmamalıyız ki ruhsal düzeyde, şiddetin kazananı yoktur, sadece kaybedenler vardır. İnsanlar arası çatışmalar asla şiddetle çözülemez, bu travmanın yarattığı bir illüzyondur ne yazık ki… (TI/HK)
TIKLAYIN - SALDIRILARDAN ETKİLENENLERE PSİKOSOSYAL DESTEK
* Fotoğraf: Nir Kafri - AA