katliam, kar, katil, katır, Kürt, ceset, cenaze, kol, bacak, sınır, ateş, bomba, işkence, korucu, falaka, adalet, vicdan, devlet, kahverengi, çocuk, adalet, karakol, insan, vicdan, Uludere, harçlık, poşet, insan, ceset, adalet, bomba, vicdan, devlet, ceza, Kürt, adalet, Roboskî, mezarlık, ceset, battaniye, kan, kar, katil, katliam, devlet, çocuk, adalet, adalet, vicdan, katliam, adalet, devlet, insan, Kürt, vicdan, adalet, adalet, adalet
"Toprağın Öptüğü Çocuklar" kitabında "en çok kullanılan kelimeler" bunlar. Etiket bulutu deniyor bu kelime dizilimine. Temsil ettiği metinin nelerden ve ne kadar yoğunlukla bahsedildiğini gösteriyor. Can Yayınları'ndan çıkan kitabında Sibel Oral, en çok "adalet" kelimesini kullanmış. Kitabın giriş bölümünde anlattığı üzere kitap onun olduğu kadar Roboskîli ailelerin hakikati olduğu ve onların sözlerini aktardığı için onların da en çok tekrar ettiği kelime adalet. Zaten kitabın altbaşlığı da belki bu nedenle "Adaleti Beklerken Roboskî". Sibel Oral sunuş yazısında kitabı neden yazdığını ve kitabın aslında neden kendisine ait olmadığını ve bir katliam yaşanırken gazetecinin yaşadıklarını çarpıcı ve yalın bir biçimde anlatıyor; bu nedenle sözü ona bırakmak en iyisi:
Bu kitap yazıldı, çünkü...
Tarih: 28 Aralık 2011
Yer: Şırnak Uludere, Beyaz Tepe Bölgesi
21.39: İlk bomba...
21.43: İkinci bomba...
22.02: Üçüncü bomba...
22.24: Dördüncü bomba...
Şırnak’ın Uludere ilçesindeki Roboskî (Ortasu] ve Bu- jeh (Gülyazı) köylerinden, kaçakçılığa (sınır ticareti] giden çoğu on sekiz yaşın altında, yirmi sekizi aynı aileden otuz dört kişi, Irak’ın kuzeyinden dönüşte “terörist zannedilerek” Türk Hava Kuvvetleri’ne ait savaş uçakları tarafından bombalandı.
Aslan Encü, Salih Ürek, Bedran Encü, Adem Ant, Erkan Encü, Şivan Encü, Vedat Encü, Muhammed Encü, Bilal Encü, Mehmet Ali Tosun, Savaş Encü, Orhan Encü, Celal Encü, Seyithan Enç, Fadıl Encü, Mahsun Encü, Şervan Encü, Yüksel Ürek, Cemal Encü, Cihan Encü, Serhat Encü, Salih Encü, Özcan Uysal, Nadir Alma, Hüseyin Encü, Nevzat Encü, Şerafettin Encü, Hamza Encü, Selman (Selim) Encü, Zeydan Encü, Hüsnü Encü, Selahattin Encü, Osman Kaplan, Abdulselam Encü ve katırları parçalanarak öldüler... Kurtulanlar vardı, ağır yaralılar vardı. Yaralılar için çağırılan ambulanslar gelmedi, gelemedi; yollar tutulmuştu. Birkaç saat sonra... yaralılar da öldü. (…)
Bu kitap, benim kitabım değil...
29 Aralık 2011 tarihinde katliamın haberi bizlere saatler sonra ulaştığında plastik sanatlarla ilgili bir basın toplantısındaydım. Katliamı, Twitter vasıtasıyla öğrenmiş, önce anlamamıştım. “Çocuklar,” diye yazıyordu herkes, “öldürüldü...” diye devam ediyordu cümleler... “Parçalanmışlar,” diyenler vardı. Ceylan Önkol’un fotoğrafındaki o bakışı gelmişti aklıma... Bu da öyle bir şey miydi? Ceylan Önkol gibi, Doğan Teyboğa gibi mi? Umut Furkan Akçil, Mehmet Uytun, Uğur Kaymaz gibi mi öldürülmüşlerdi? Onlar ve onlar gibi nice çocuklar gibi mi?
Yok, bu kez başka. Bir değil, üç değil... Gaz bombasıyla, kapsülüyle, kurşunla, panzerle değil... F-16 diyorlardı, bomba diyorlardı, ceset parçalarından bahsediyorlardı. Anlamamıştım, otuzdan fazla insan, çoğu çocuk... Nasıl olur? Google’a “Roboskî” yazdığımı anımsıyorum. Neresi olduğunu bilmiyordum.
Gazeteye gittim ve meslek hayatımın en zor günlerinden birini yaşadım. Battaniyelere sarılmış, çuvallara konmuş çocuk cesetlerinin fotoğraflarını gördüğüm o gün, sorumlusu olduğum sayfada başka şeyler olacaktı; sergi, konser haberi ya da belki dünyadaki sanat olaylarından bir tanesi... Hiçbir şey olmamış gibi sanat sayfası yapacaktım, yaptım da. Hiçbir şey olmamış mıydı? Olmamıştı. O günün akşamı bir de davet vardı üstelik. Hiçbir şey iptal edilmemişti. Hiçbir şey olmamış gibi yaşamaya devam edecektik.
Sonra yılbaşı gecesi... Taksim, Kadıköy, Beşiktaş rengârenkti. Tüm restoranların, kafelerin camlarında “Mutlu Yıllar” ve yılbaşı özel mönülerinin fiyatları yazıyordu. Sokaklarda ellerinde paketlerle dolu insanlar... İnsanlar yeni yılı mutlulukla, umutla karşılayacaktı.
O gece, Lars von Trier’in filmi Melankoli’yi izlemeye başladım. Filmin tanıtımında, “Melankolia adlı bir gezegen, şimdiye kadar güneşin arkasında saklı kaldığı yörüngeden çıkarak dünyaya doğru gelmektedir. Şimdi herkesin kıyameti kendisine göredir,” diyordu. Öyle miydi sahiden? Filmi yarıda bırakıp Tvvitter’ı açtım. Yılbaşı mesajları, mutlu yıllar Türkiye, vatana millete hayırlı, barış dolu... bla bla bla... Nasıl oluyordu? Türkiye nasıl mutlu olacaktı? Havai fişekler patlatılıyor, gökyüzü renkten renge giriyordu. O gece, katliamın olduğu gece, bombalar insanları parçalarken de böyle aydınlanmış mıydı gökyüzü?
En önemli haber kaynağım Twitter’a bakarken Radikal gazetesinden Serkan Ocak’ın bölgede olduğunu fark ettim. Oradaki durumla ilgili sürekli tweet’ler atıyordu. Hemen ona yazdım, orada neler olduğunu sordum. “Çok kötü Sibel, çok kötü,” diyordu. “Soğuk,” diyordu. “Acı,” diyordu. “Ağıtlar,” diyordu. Bu arada havai fişekler patlıyor, Türkiye yeni yıla mutlulukla giriyordu.
“Zaten yılbaşından iki gün önceydi. Şanlı şöhretli bir yılbaşı kutladılar. Biz öyle değiliz. Herkesin acısı bizim acımızdır. Amerika’da bir okulu basmışlardı hani, elli dört çocuğu katletmişlerdi. Bir hafta yas ilan ettiler. Bayrakları yarıya indirdiler. Ama bizim ülkemizde öyle bir şey yok. Yılbaşı kutladılar Roboskî’nin üzerinden... ‘Otuz dört PKK’liyi vurmuşuz,’ dediler.”
Aradan zaman geçti. Roboskî adalet bekledi. Diyarbakır Cumhuriyet Başsavcılığı “Taksirle ölüme sebebiyet vermekten” dolayı görevsizlik kararı vererek 11 Haziran 2013’te dosyayı Genelkurmay Başkanlığı Askerî Savcılığı’na gönderdi. Genelkurmay Askerî Savcılığı da sekiz ay sonra askerlerin bir kusurunun olmadığı sonucuna vararak soruşturma dosyasıyla ilgili takipsizlik kararı verdi. Katliamda ölenlerin aileleri ve avukatları karara itiraz etti, itiraz reddedildi. Bunun üzerine dosya Anayasa Mahkemesi’ne taşındı. Roboskî hâlâ adalet bekliyor.
Üç yıl geçti, üç yıl bitti. Bayram sabahları çocuklar anne babalarının elini öptü, yılbaşı geceleri kutlandı, okullara gidildi, karne harçlıkları alındı. Peki, orada ne oldu? O geceden sonra oradaki çocuklar, anne babalar, sağ kalanlar ne yaşadı? Ne yaşıyor? Bu soruları sıklıkla kendi kendime sordum.
İki yıldır bölgeye gitmek istiyordum. 2014 yılı başında paylaştığım bir tweet yüzünden iki ay boyunca sansür ve oto-sansür korkusuyla çalıştığım gazeteyle ilişiğim olaylı bir şekilde kesildi. “Sicili bozuk”, işsiz ve biraz da “ünlü” bir gazeteci olmuştum. Yurtdışından röportaj soruları geliyor, Türkiye’de neler oluyor, diye soruyorlardı. Yayımlama özgürlüğünü, medyada sansürü, iktidarın medyasını, Gezi Direnişi’ni ve Roboskî Katliamı’m soruyorlardı. Gezi’yi biliyordum… Ama Roboskî? Onu da anlatıyordum anlatmasına ama yetmiyordu. Çünkü Roboskî’yi ezberden anlatıyordum, boşlukta bir yerden... Hiç gitmediğim, katliamdan öncesine kadar adını bile bilmediğim bir yeri nasıl da ezberden anlatıyor, adaletin tecelli etmesini bekliyorlar, diyordum aileler için. Öyle ezberden anlattıkça suçluluk duygum da artıyordu. Ve bir süre sonra bu kitabın yolculuğu başladı. Uçak biletimi alırken, bileti kesen görevliye ağız dolusu, “Şırnak," derken kendimi çok mutlu hissettim, “hayatımın yolculuğu” diye düşünüyordum. Öyleydi; ama mutluluk yoktu aslında, suçluluk vardı...
Gitmeden önce kendi kendime yaptığım bütün planlar, sorduğum sorulara kendimce bulduğum yanıtlar boşlukta kayboldu. Herkes bilsin, okusun, kimse unutmasın istiyorum, tamam... Peki, bu yetecek mi? Asıl sorun şuydu: Nasıl yazacağım? Karşımda ağlayan annelerden gözümü kaçırıp öldürülen insanların duvardaki fotoğraflarına baktığımda, eşyalarına dokunduğumda, sofralarına oturduğumda... gördüklerimi nasıl yazacağım? Elektriksiz akşamları, bir tas yoğurdu, ekmek arasındaki beyazpeyniri... Nasıl yazılır ki? “Evet, yazıyorsun, zaten işin bu; haber yazmak, inceleme yazmak, roman yazmak. İşin bu zaten; yazmak...”
Roman yazdığınızda, şiir, öykü, makale yazdığınızda ya da röportaj yaptığınızda beğenilsin istersiniz. Şimdi ne olacaktı? Beğenilsin mi isteyecektim? 2013’te yayımlanan Bana Adım Söyle isimli kitapta Burhan Sönmez’in hikâyesini okuduğumda ona bir mektup yazmış ve şöyle demiştim, “Hikâyeni çok beğendim. Beğenmeyi hiç istemezdim gerçi... Ne demek istediğimi anlamışsındır.”
Burhan Sönmez yaşadığı işkenceleri, sorgu odalarını anlatıyordu; ölümün kıyısından bir yerden yazmıştı. Acı ve öfke duymuştum. Nesini beğenmiştim peki? Bilmiyorum. Anlattığı hikâye korkunçtu... Ama ne de güzel anlatmıştı. Güzel kelimesi hiç yakışmıyordu. Hayır, hiç beğenmemiştim ben o hikâyeyi.
Roboskî’de bir gün, evlerden birinin önünde tek başıma oturup gördüklerimi, duyduklarımı sindirmeye çalışırken o hikâyeyi beğenmemi ve sonrasında bundan duyduğum suçluluğu düşündüm. İki roman yazdım. Şimdi bir kitap daha yazacaktım, dilim döndüğünce anlatacaktım gördüklerimi... Ama şimdi diyorum ki; elinizde tuttuğunuz bu kitap, benim kitabım değil. Bu kez kurgulamadım, bu kez güzel, afili cümleler kurmaya çalışmadım. Hep kaçtım. Hakikat vardı çünkü. (Kitabın üçüncü bölümünde Mithat Sancar, Roboskî’nin hakikatini çok güzel açıklıyor.) Çok sert, “acı” kelimesinin ifade edemeyeceği bir hakikat var. Evet, edebiyatta da var ama böyle değil.
Yıllar önce yeni romanı nedeniyle röportaj yaptığım bir yazar, bana, romanı yazma sürecini anlattığında bazı bölümleri yazarken hüngür hüngür ağladığını söylemişti. Çünkü kendi kurduğu hikâye onu duygulandırmıştı. Kurguydu yazdığı, elbette gerçekten, kendinden de beslenmişti ama kurguydu işte. Doğrudur, ağlamıştır da ama kurguydu. Bunu orada çok kez düşündüm. Hakikatin gerçekliği! Gerçeğin hakikati! E.nin annesi karşımda oturuyor, gözyaşlarıyla oğlunu anlatıyor bense hiçbir şey yapamıyordum. İşte hakikat, işte gerçek. Tüm dinlediklerim, gördüklerim boğazıma oturmuşken onlara sorular soramadım çoğu zaman. Ben gazeteci olamadım. Ne istiyorsanız anlatın, dedim. Çünkü çocuğunun bedeninin bir parçasını olaydan beş gün sonra bulup mezarına gömen ve adalet diye diye hayata tutunmaya çalışan insanlar vardı karşımda. Abisinin ardından sinir krizleri geçirip güzelim upuzun saçlarını kesen D.yi ve oğlunun öldürülmesinin acısıyla kıvranırken kızının poşetteki saçlarını önüme koyan anne vardı karşımda. Ne soracaktım? Ben gazeteci olamadım.
Bazı bölümleri defalarca yazıp sildim. Yazar dostlarıma bölümler gönderdim, onları sorulara boğdum: Oldu mu? Çok mu kaybediyorum, çok mu yeniliyorum orada gördüğüm acıya, kendime? Nasıl sadece dışarıdan, objektif bir göz olarak yazabilirim? Objektif olmak... Ne saçma! Karşımda, “Biz tazminat, kan parası istemiyoruz, sadece sorumluların yargılanmasını istiyoruz. Söyle onlara, herkes duysun,” diye ağlayan bir anne... Sonra beni göğsüne bastırıp diyor ki: “Sen çok zayıfsın, ye biraz, sofra kurayım?”
Konuştuğum aileler, “Biz korkmuyoruz. Daha ne korkacağız? Çocuklarımızı öldürdüler, söylediklerimizi yaz,” dediler. Ama ben yine de bu kitapta, konuştuğum insanların isimlerini yazmamayı tercih ettim. Çünkü onlar bir yerlerde konuştuğunda, hatta benim gibi gazeteci misafirlerini ağırladıklarında, mezarlığa götürdüklerinde uyarılıyor, soruşturmaya alınıyorlar. Haklarında birçok dava açılmış durumda. Burada anlatılanlar “yetkililer”i rahatsız ederse şimdiden söylüyorum; evet ben yazdım, “benim kitabım’’. Ama yok, vicdanlar acıyacaksa, uzaktan da olsa bu adaletsizliğin ve zulmün karşısında duracaksa okuyan, “bu kitap benim değil”. (SO/HK)
Künye: Toprağın Öptüğü Çocuklar - Adaleti Beklerken Roboskî, Sibel Oral, Can Yayınları 2015, 245 s. Kapak Fotoğrafı Serkan Ocak