Adalet ve Kalkınma Partisi (AKP) toplumsal alandaki dinsel, ekonomik, etnik karşıtlıkları, insanları dost ve düşman olmak üzere etkili şekilde ayırmayı sağlayacak kadar güçlendirdi ve politik bir karşıtlığa dönüştürdü. Bu politik karşıtlık içinde gördüğü kesimleri siyaseten birer hasım olarak değil; temsil ettiği gelenekçi, muhafazakar, otoriter zihniyetin ahlaki kategorilerine göre; iyiye (biz) karşı, kötü (onlar) şeklinde tanımladı. Onlar olarak gördüklerine, düşman muamelesi yaptı.
İçinde bulunduğumuz koşullarda bu politikanın çok daha genişlediğini ve keskin sınırlara oturduğunu görüyoruz. Zira, AKP düşman olarak gördüğü bu kesimlerin acılarını da düşmanlaştırıyor; insansal, algısal, toplumsal tüm bağlamlarından koparıyor, ötekileştiriyor. Bu karşıtlık üzerinden toplumsal dokuyu parçalıyor; insanları izlediği siyasete seferber etmek amacıyla korku özneleri yaratıyor, kendisini destekleyen çoğunluğun korkutucu şekilde harekete geçirilmesine dayalı gerilim politikaları oluşturuyor.
Bu politikaları farklı din, dil, ırk, cins, inanç, vb. karşıtı nefret söylemleri ile toplumsal algıya yerleştiriyor. AKP iktidarı böylece; halk ile egemen çevreler ayrımına dayalı söylemi üzerinden yarattığı, kendine bağlı kolektif özdeşim kutbu oluşturan kitleleri, sabit tutmaya çalışıyor.
Kadına yönelen vahşetin toplumda sistematik hale gelmesi ve gittikçe yaygınlaşması da; AKP’ nin izlediği bu politika ve bu politikayı oluşturan, ona içsel olan anlayış ve uygulamalarla doğrudan ilgilidir. Zira kadınlar, AKP’nin tüm iktidar dönemi süresince, politik olarak kendine karşıt olarak gördüğü kesimlerin başında yer alıyor.
AKP; erkek ve kadının onur ve haklar bakımından eşit olduğu ve yaşamın tüm alanlarında eşit muamele görmesi gerektiğini savunan cinsiyetlerarası eşitlik referansını reddediyor. Bunu reddettiğini en yetkili ağızlardan yaptığı açıklamalarda sürekli tekrar ediyor. Tarihsel ve toplumsal olarak var olan cinsiyet kalıpları ve rollerini; içinde yapılandığı iktidar ilişkileri doğrultusunda ve onları yansıtacak şekilde, gittikçe artan oranda dinsel/ İslami, kültürel ya da diğer geleneksel önyargılara göre yapılandırıyor ve biçimlendiriyor. Oluşturduğu bu İslami, eril toplumsal cinsiyet kurgusu (toplumsal cinsiyet kimlikleri) kadını; insansal özellik ve olanaklardan soyutluyor, kişi olarak hak öznesi konumunu, eşit, bütün ve tam olan varlığını parçalıyor; salt doğası/biyolojik farklılığı temelinde, “bedene dair bir imge’ye” dönüştürüyor.
Kadının bu şekilde salt bedene dair bir imge olarak algılanması, düşünsel ve yaşamsal pratiklerde öğretiliyor ve kültürel süreçlerle de yaygınlaştırılıyor. Bu bağlamda: Selçuk Üniversitesi İlahiyat Bölüm Başkanı Prof. Dr. Orhan Çeker’in; “Priz ve fiş eşit değildir”; “dekolte giyen kadının tecavüzden şikayet etmeye hakkı yoktur” (2.03.2013); AKP Konya Eski Milletvekili Mustafa Ünaldı’nın; “asıl dekolte giymek, erkekleri taciz anlamına gelir. (Yeni Akit.19 Şubat 2011); Ali Bulaç’ın ;“bir organizma olarak tasarlanmış insan, aldığı uyarılara tepkiler verir. Sürekli uyarılan erkek, haram gibi normlara sahip değilse, fırsatını bulduğunda kendisini uyaran /tahrik eden kadına yönelir… karşılık bulmazsa saldırır.” (21 şubat 2011, Zaman) şeklindeki açıklamalarına benzer örnekler, daha da artıyor. Böylece “toplumda artık kadından bahsetmek, kaçınılmaz biçimde hemen onun bedenini anımsatır” hale gelmiş bulunuyor. Bu algılamanın en önemli sonucu da ne yazık ki; bu bedene bakanın zihninde çıplaklığın doğması, çıplaklığın çağrıştırdığı tüm öğe ve olgulardan dolayı kadının suçlanması ve nihayetinde; kadının her türlü şiddet, cinsel saldırı, öldürme vb. vahşet uygulamalarıyla cezalandırılması(?) oluyor.
Dolayısıyla, AKP’nin oluşturduğu bu toplumsal cinsiyet kurgusu ve yarattığı kadın algısı, kadın öldürümlerini arttırmak ve yaygınlaştırmakla kalmıyor, aynı zamanda toplumsal bilinç yapısında bu öldürümlerin meşru görülmesine zemin yaratıyor.
Bu kurgu ve algının diğer önemli bir sonucu da; erkeğin zihninde, kadının gerçek alanın, hatta varlık sebebinin doğanın düzeni biçimde, soyun yeniden üretilmesi ve bakılıp beslenmesiyle sınırlı olacak şekilde belirmesi oluyor. Böylece; kadının insan olarak kendisiyle ve bedeniyle olan ilişkisi ve bu ilişkinin toplumsal tüm görünümleri, -dinsel/kültürel yönelimler ve iktidar ilişkilerini içkin olarak- annelik rolü üzerinden kurgulanıyor. AKP oluşturduğu ve beslediği bu kurgu ile kadının kamusal ve özel alanlardaki varlık biçimlerini; eğitim, iş olanaklarını, kariyer ve emeklilik dahil tüm hak kategorilerini bu annelik rolü üzerinden oluşturuyor.
AKP bu toplumsal cinsiyet kurgusunu, başta eğitim olmak üzere toplumsal yaşamın her alanında, her türlü araç ve söylem ile dayatırken, aynı zamanda bu kurgunun diğer bir görünümünü de oluşturuyor ve yaygınlaştırıyor. Kendine yakın halk kesimlerinde; kadının özgürleşmesini ve bireyselleşmesini sağlama amacından çok rejimin selameti için kadını seferber etmeye yönelik, kadının bedensel kullanımının farklı-türbanlı- bir sunumunu örgütlemiş bulunuyor. Bu bedensel imge üzerinden kamusal alanı yeniden tanımlıyor ve yapılandırıyor. Böylelikle belirli bir dini anlayış, kendini bir eylem repertuarı olarak her yerde hatırlatmış; beden ve mekân aracılığıyla çok daha belirleyici şekilde görünürlük kazanmış bulunuyor.
Kadına yönelik şiddet ve hukuk
Türkiye’de hukuk, iktidarın ayırt edici biçimi olarak, kadına yönelik şiddet konusunda marjinal bir konuma düşmüş ve disipline etme amacının gölgesinde kalmış bulunuyor. Zira, hukuk kuralları ve hukuki söylem; genel olarak, yukarıda açıklanmış olan toplumsal cinsiyet kurgusuna ve cinsiyetler arasındaki doğal farklılıklara başvuruyor. Normatif alanda kadın bedenine atfedilen anlamlardan çıkarımlar yapılıyor, bu çıkarımlardan kurallar oluşturma yoluna gidiliyor. Bu şekilde oluşan hukuk, erkek egemen ideolojinin yeniden üretilmesi ve aktarılmasını sağlayan bir mekanizma oluşturmaktan öteye gitmiyor.
Türkiye’de; var olan toplumsal cinsiyet kurgusu, kadına yönelik şiddet ile hukuk kuralları ve hukuki söylemi arasındaki ilişki, bu bağlamda genel olarak üç görünüm altında ortaya çıkıyor. Hukuk kuralları bazen, kadın vücudunun şiddete maruz kalmasına kendileri olanak veriyor veya yol açıyor. Bu durum özellikle; güvensizlik ve fiziksel istismar karşısında, sığınak arayan kadınları teşvik eden ve onları- yetersiz de olsa- korumayı amaçlayan hükümler yoluyla meydana geliyor. Böylelikle kadın (bedeni); şiddete, baskıya maruz kalan, kaçmaya, sinmeye, boyun eğmeye şartlanmış bir bedene indirgenmiş oluyor.
Hukuk kuralları bazen de; kadın vücudunun anneleştirilmesini güçlendiriyor ve bu oluşumu destekliyor. Bu destekleme; annelik statüsü ile çatışan davranışların yasaklanması veya cezalandırılması ya da çocuk doğuran kadınların sorumluluklarını dikkate alarak, onların ödüllendirilmesini içeren hükümler yoluyla yapılıyor. (Ailenin ve Dinamik Nüfus Yapısının Korunması Amacıyla Bazı Kanun ve Kanun Hükmünde Kararnamelerde Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun Tasarısı, kürtajı sınırlayan kurallar vb). Tüm bu düzenlemeler ve uygulanma biçimleri; “kadın vücudu annelik içindir” anlayışının kurumsallaştırılmasına yol açıyor.
Hukuk kuralları kimi zaman; kadınlara bazı olanaklar tanımak, bazen de vesayet altına almak suretiyle, kadının beden olarak cinselleştirilmesine katkıda bulunuyor veya olanak tanıyor. Bu durum; özellikle kadın bedenini erotize eden reklamcılık gibi uygulamaları meşru kılan kurallar yoluyla gerçekleştiriliyor. Aynı cinselleştirme; cinsel saldırılar karşısında kadını korumak amacıyla düzenlenen kuralların uygulanması durumunda da söz konusu oluyor. Zira hukuk kuralları, kadınların cinsel konumlarını, tercihlerini, yaşam biçimlerini sorgulayabiliyor; iffetli, namuslu vb. kavramlarda ifade bulan gelenek, örf/ adet ve farklı ahlak anlayışlarından kaynaklı değer yargılarına göre belirlenen konumlarına bağlı olarak, onlara farklı koruma sağlıyor veya bu korumadan mahrum bırakabiliyor. Bütün bu düzenlemelerde kadın; bedensel, cinsel bir nesne konumuna sokuluyor. “Sahip olunabilir/ ihlal edilebilir” olduğuna dair bir anlayış oluşturuluyor.
Açıklanan bu hukuksal bağlamların tümünde kadın; özerk bir insani varlık değil, ailenin –toplumsal kurumun- bir parçası olarak tanımlanıyor, o kurumu temsil etmekte olana (babaya ya da kocaya) ait görülüyor. Dolayısıyla kaçırılması, cinsel saldırıya uğraması halinde de; kendisinin değil, öncelikle ona sahip olanların mağdur olduğu yönündeki geleneksel anlayış, belirleyici konumda bulunuyor.
Bütün bu sonuçları doğuran hakim toplumsal cinsiyet kurgusu ve kaynağındaki kadın ile erkeğin eşit olmadığı yönündeki anlayış; kadına yönelik saldırı/ şiddet eylemlerinin artmasına yol açıyor; bunların önlenmesine ilişkin etkin, kalıcı ve sürekli bir çözüm oluşturulmasına da engel oluşturuyor. Zira; erkeklerin kadınlara şiddet uygulaması, kadın erkek eşitsizliğinin yarattığı bir sonuçtur. Söz konusu toplumsal cinsiyet kurgusu ve anlayışının örgütleyicisi AKP, bu gerçeği görmezden geliyor.
Sorun ile mücadele adı altında; toplumsal yaşamın her alanında, kadın için var olan eşitsizliği dolayısıyla şiddeti yaratan ve sürdüren koşulları değiştirmeden, hatta daha ağırlaştırarak, salt hukuksal imkân ve tekniklerden ibaret düzenlemeler, mekanizmalar öngörüyor. Böylece sorunu kurumsallaştırıyor ve üstünü örtüyor.
Kadına yönelik şiddetin önlenmesi politikalarının önceliği
Sorunun temelini ve yapısal koşullarını örten bu anlayışın ürettiği hukuksal düzenleme ve mekanizmaların sayısı artarken; aynı şekilde şiddet gören, öldürülen kadınların sayısı da artmaya devam ediyor. Toplumsal alanda her kesimden kadınlar, bu gerçeği açıkça görüyorlar.
Hak özneleri olarak, dokunulmazlıklarını güvence altına alan bir eşitlik olmadan sorunun çözülemeyeceğinin farkındalar. Bunun için de; başka bir toplumsal yapının, farklı bir hukuksal, siyasal, sosyal, ekonomik ve kültürel koşullar bütününün, farklı bir dinsel yaşam anlayışının, yeni bir toplum yönetimi anlayışının gerekli olduğunu biliyorlar.
Böylesine kapsamlı yapısal ve düşünsel bir toplumsal dönüşüm ile ancak; var olan toplumsal cinsiyet kurgusu değişebilir. Kadın bedeni ile onun kamusal sunumu, eşitlik temelinde yeniden yapılandırılabilir. Kadınların kendi vücutları üzerinde bağımsız karar verme hakkının temel bir hak olduğu anlayışı kurumsallaşabilir. Kadınlar için; onları kişisel gelişim olanaklarından vazgeçmeye, belirli bir yaşam biçimini seçmeye zorlamadan, toplumsal kararlara katılmalarını olanaklı kılan pozitif eşitleme politikası hayata geçirilebilir. Kadınları toplumsallaştıran tam anlamıyla özümsenmiş bir haklar öğretisi, kadınların dokunulmazlığını ve cinsel kimliklerini bireysel ve toplumsal yaşam bağlamlarında koruyan bir tanıma politikası oluşturulabilir.
Bu politika; kadına yönelik cinayetlerin, her türlü şiddetin önlenmesi için etkin, kalıcı ve bütünsel ( şiddetin gerçekleşmeden önlenmesi, gerçekleşmiş ise sonuçlarının olabildiğince telafi edilmesi-giderilmesi ve bu fiillerin gerçekleşmeyeceği toplumsal koşulların yaratılması) tedbirlerin oluşturulmasında ve bir arada uygulanmasında; öncülleri ve norm oluşturma yöntemleri doğru belirlenmiş olan hukukun öncelikli bir araç olduğu gerçeğini kabul etmelidir. Ancak daha da önemlisi, bu vurguyu yaparken aynı zamanda, bu eylem biçimleri ile etkin mücadele için hukuksal düzenlemelerin tek başına yeterli olamayacağını; gerekli olan düzenleme ve önlemleri; hukuksal imkan ve tekniklerden ibaret görmenin, onların kapsamını ve normatif anlamlarını daraltmak olduğunu, bu bakış açısı ile oluşturulacak her türlü tutum ve yaptırımın; yeterli, etkili, orantılı ve caydırıcı olmaktan uzak kalacağı, ancak geçici sonuçlar yaratabileceği gerçeğini de, çarpıcı, uyarıcı bir şekilde ortaya koymalıdır.
Dolayısıyla bu politika öncelikle; her bir bireyin, cinsiyet farkı olmaksızın kendi yaşam tasarılarını özgürce gerçekleştirebilecekleri koşulları sağlamayı; kadın, erkek ve üçüncü cins arasındaki fırsat eşitsizliği olmak üzere tüm eşitsizlikleri kaldırmayı; ücretli emek, ev ve eğitim işlerinin cinsler arasında adil dağılımını sağlamayı amaçlamalıdır. Bu çerçevede ivedelikle; erkek ve kadın eşitliğinin fiili olarak tüm toplumsal, kamusal alanda sağlanmasının devletin amaçlarından biri olduğu Anayasa’da düzenlenmeli; Anayasanın “Bütçenin Hazırlanması ve Uygulanması” başlıklı 161. Maddesine; “bütçenin oluşturulması, yönetimi ve kaynakların dağıtılması cinsiyet eşitliğini sağlayacak şekilde gerçekleştirilir. Kaynaklar bu amaçla cinsler arasında adil şekilde dağıtılır. Buna ilişkin düzenlemeler kanunla düzenlenir”. (Gender Budgeting) hükmü eklenmelidir. Bu anlamda modern hukuk devletlerinde (örneğin Avusturya’da olduğu gibi) toplumsal, kamusal alanda cinsiyet eşitliğini sağlamaya yönelik bir hukuksal mevzuat oluşturulmalı; Cinsiyetlerarası Eşit Muamele Kanunu ve İş Alanında Kadın Erkek Eşitliğine ilişkin Kanun ; Annelerin Korunması Kanunu ve Cinsiyet Eşitliği Avukatlığı Kanunu; Orduda Görev Yapan Kadınların Eğitimi Kanunları hazırlanmalı, derhal yürürlüğe konulmalıdır. Bu konuda uzman mahkemeler ve Kadın Erkek Eşitliği Denetçiliği Kurumu (Ombudsaman) oluşturulmalıdır. Hükümetin kadın ayrımcılığının önlenmesi ve bu ayrımcılığın yarattığı mağduriyetlerin kaldırılmasına ilişkin politika ve icraatlarının değerlendirilmesine ilişkin yıllık rapor hazırlaması ve bu raporun TBMM ‘de görüşülmesi sağlanmalı, bu yönde bir yasal düzenleme yapılmalıdır. Sivil toplum kuruluşlarının bu yıllık raporlarla ilişkin; görüş, öneri ve talepleri öncelikli olarak ele alınmalı ve değerlendirilmelidir.
Derin eşitsizlik
Kamu ve özel sektörlerde cinsler arasında eşitlendirme ve kadınları teşvik programlarını öngören düzenlemeler yapılmalıdır. Siyasal partilerde, kamu görevlerinde kariyer/ yönetici pozisyonlarının dağıtım ve kullanımında, kadınlar aleyhine olan mevcut derin eşitsizliği ortadan kaldıracak kota uygulaması getirilmeli ve istisnasız uygulanması sağlanmalı.
Zira, Türkiye’de var olan koşullarda; 535 Milletvekilinden yalnızca 77’si kadın. (yüzde 14,39). 176 üniversite de, 62 bin kadın akademisyen olmasına karşın, kadın rektör sayısı on dört. (KA-DER, 2014) 2014 yılı Ağustos itibariyle, Türkiye’de mevcut olan toplam 13.989 hakim ve savcının dörtte birini kadınlar oluşturmakta, savcıların yalnızca yüzde 6’sı kadınlardan oluşuyor. Yüksek yargı organları kurullarında kadın sayısı oldukça az. Kadın öğretmen sayısı, toplam öğretmen sayısının yarısından fazla. Milli Eğitim Bakanlığı tarafından yayınlanan istatistiklere göre 2013-2014 öğretim yılında resmi kurumlardaki toplam öğretmen sayısı 789,244. Verilen bu rakamın yüzde 51’ini kadın öğretmenler, yüzde 49’unu ise erkek öğretmenler oluşturuyor; ancak kadın okul müdürü çok az; il ve ilçe eğitim müdürü ise yok denecek derecede. Bürokraside üst düzey yöneticilerin yüzde 90,8’i erkek, yüzde 9,2’si kadın. Bürokrasinin önemli alanlarından biri olan Türk Dışişlerinde görev yapan 214 Büyükelçiden 26’sı kadın. (TÜİK, 2013) İki kadın Vali (Yalova ve Sinop) bulunuyor; 458 Vali Yardımcısından 6’sı, 860 Kaymakam’ın 21’i, 241 Kaymakam adayının ise sadece 3’ü kadın (İçişleri Bakanlığı Personel Genel Md. Mart 2013). Kadınların üst düzey bürokrasi içinde durumlarına bakıldığında, 1 kadın müsteşar, 3 kadın müsteşar yardımcısı görev yapıyor. Bağlı Kurumlar ve Bakanlık bünyesinde görev yapan Genel Müdürlerin 6’sı kadındır. 366 Genel Müdür Yardımcısından 38’i ve 2.490 Daire Başkanından 340’ı kadın. (DPB, Mayıs 2014).
Özel sektörde de aynı şekilde; yönetici sayısını kadın erkek arasında eşitleyecek yasalar yürürlüğe konulmalı, eşit işe eşit ücret, tam gün çocuk bakımı olanakları yaratılmalıdır.
Kadına yönelik şiddet konusunda, tutum ve davranışların değişiminin daha kısa zaman diliminde gerçekleşmesini sağlayacak eylem planları hazırlanmalı, kadın hareketleri ve sivil toplum örgütlerinin bu planların hazırlanması ve uygulanmasında belirleyici olması sağlanmalıdır. Kadın öldürümleri ve her türlü şiddet, kamusal alanda samimi şekilde kınanmalı; bu fiilleri yapanlar, etkin kovuşturma ve yargılamalarla, herhangi bir indirim olmaksızın; suçun niteliği, ağırlığı ve yarattığı etkiye oranlı olan bir ceza ile cezalandırılmalı, cezaların infazında da bir istisna yaratılmamalıdır.
Şiddetin önlenmesi konusunda eğitim, sağlık, yargı, güvenlik, din eğitimi alanındaki kurumların işbirliği içinde çalışması sağlanmalıdır. Toplumda, sosyal rollerin kültürel ve dinsel yönelimlerle belirlendiği cinsiyet kurgusu algısının aşılmasını sağlayacak eğitimler, bilinçlendirme/farkındalık yaratan kampanyalar, sempozyumlar, seminerler ve üniversitelerde açık eğitim programları, sürekli ve etkin şekilde yürütülmeli ve yaygın hale getirilmelidir. Klasik tek bir aile biçimi yerine, bütün yaşam biçimlerine, karşılıklı sorumluluk bağını güçlendiren yapılar, yeni aile düşüncesine olanak veren düzenlemeler yapılmalı, bu düzenlemeler üçüncü cins diye nitelenen (LGBT) bireylerin de yaşam biçimlerini kapsamalı ve güvenceye almalıdır.
Kadınlar, tüm bunların gerçekleşmesi için; hayatta kalmak ve hemcinslerini hayatta tutmak için yürüyorlar…(NBO/HK)
* Neval Oğan Balkız, Hukukçu / Akademisyen