* Fotoğraf: Özge Elif Kızıl - Ankara / AA
Dün sabah Sinop’un taşrasından iki küçük kız çocuğu olan genç bir kadın aradı, eşini bir iş cinayetinde kaybetmiş. İşyeri sahiplerinin AKP Sinop Milletvekilinin yakınları olması nedeniyle davanın 8 yıldır bitmediğini, sürekli uzadığını söylüyor. Daha kötü bir sondan da haberdar; davayı kazansa dahi şirket sahiplerinin mal varlıklarını kaçırarak tazminat alamayacağından korkuyor.
Başlıktan da anlaşılacağı üzere yazı, iktidarın, baroların yapısında değişiklik amaçlayan girişimiyle ilgili. Peki, yukarıdaki alıntının bu konuyla ne ilgisi var ya da baroların yapısındaki değişiklik sadece baroları mı ilgilendiriyor? Şayet “barolar bir meslek örgütüdür” dersek evet öyle, bu tartışma sadece muhalif baro yönetimlerini ve avukatları ilgilendirir. Ancak peşinen belirtmek gerekir ki barolar meslek örgütünden çok daha fazlasıdır. Zaten iktidarı rahatsız eden de tam olarak budur. Bu gerçeklik iktidarın barolara artık gecikmeksizin müdahale etmesini zorunlu kılıyor. Bu, iktidar açısından vazgeçilmez ve ertelenemez bir ihtiyaç. Şayet en geç Eylül 2020 tarihine kadar barolara müdahale edilmezse sonrasında başvurma imkânı çok da kolay olmayan kayyum seçeneği dışında pek de bir yol kalmayacak. Zira Baro seçimleri Ekim ayında yapılacak.
2016 yılının Kasım ayında ÇHD ve ÖHD kapatıldığında İstanbul Barosu başkanı Mehmet Durakoğlu’nu ziyaret etmiş bu saldırının hukuk dernekleri ile sınırlı olmadığını anlatmıştık. Barolar, yurttaşların temel hak ve özgürlüklerinin korunması açısından çok çok önemli örgütlerdir. Hukuk büroları, avukat grupları ve hukuk dernekleri baroların etrafındaki halkaları oluşturur. O halkalar kırılıp etkisizleştirildiğinde saldırı barolara yönelecek. Siz barikatı nereye kurmak istiyorsunuz, demiştik. Saldırı orada kalmamıştı tabi, 2016 ve 2017’de çok sayıda meslektaşımız tutuklandı, Genel Başkanımız Selçuk Kozağaçlı ve çok sayıda arkadaşımız hala hapiste. Avukatlar Ebru Timtik ve Aytaç Ünsal adil yargılanmak talebiyle ölüm orucundalar.
Ülkede kitlesel ve sistematik işkence, kadın cinayetleri, çocuk istismarı, çevrenin talanı, yolsuzluk ve yağma düzeninin ulaştığı devasa boyut düşünüldüğünde, Soma ve Çorlu Tren Katliamı gibi toplumsal davalar, gazeteci tutuklamaları, adliyede her gün gün yüzüne çıkan hukuksuzluklar göz önüne alındığında ve baroların bu tablo içerisinde tuttuğu yer hesaba katıldığında meselenin özü biraz daha netleşecektir. Adalet ve hakkaniyet adına ülkedeki vahim tablo açısından iktidar iki şey yaptı: Birincisi tüm bu yaşananları kitabına uydurup betonların arasında, tozlu raflarda eritecek bir yargı sistemi kurmak. Bu durum sadece siyasi davalar açısından değil, bilakis ve daha çok adli nitelikteki davalar için de böyle.
Yukarıdaki örnek üzerinden düşünün; 1 yıl 8 ay hapis cezası ve hükmün açıklanmansın geri bırakılması kararıyla biten bir ceza davası ile ne zaman biteceği belli olmayan, bittiğinde de mağdur anne ve çocuklara tazminatı garanti etmeyen bir hukuk davası…
İktidarın yaptığı ve yapmaya devam ettiği ikincisi şeyse, yolsuzluk, yağma, işkenceler, infazlar ve adaletsizlik devam ederken toplumun tüm itiraz imkânlarının elinden alınması. Üniversiteler, basın, sendikalar yıllardır ciddi bir abluka altında. Şimdi bu kolektif itirazın en önemli ifade merkezlerinden biri olan ve aynı zamanda savunma örgütü olmanın gücüyle kolektif itiraz hakkını kullanan barolar hedefte. Yani konu, baro yönetiminin ve TBB başkanının seçilme usulüne dair teknik bir mesele değil. Ankara, İstanbul ve İzmir’de 2 bin üye sayısına ulaşan her grup yeni bir baro kurabilecek. Esasen bu illerde kaç baronun kurulduğunun iktidar açısından pek bir önemi olmayacak; iktidar yandaşı hak ve özgürlükler düşmanı birer “makul” baro kurulması yeterli olacak onlar açısından. Gerisi ideolojik olmakla, “terör yandaşı” olmakla suçlanacak. Zaten Cumhurbaşkanı Erdoğan bunu açıkça ifade etmişti. Bu üç büyük ilde devlet imkânıyla donatılmış, toplumun adalet beklentisine gözlerini kapamış, “ben devletin çıkarlarını düşünmekle görevli bir başkanım” diyen birer Metin Feyzioğlu yaratılacak. Yeni bir rant ve iktidar alanı örgütleniyor.
Yaşanan saldırıya karşı İstanbul Barosu üç bölümlük çok güzel bir belgesel hazırladı. Sayın Başkanın (Mehmet Durakoğlu) güzel hitabet ve sunumuyla birlikte barolara ve avukatlık mesleğine yönelik saldırının tarihçesi anlatılıyor, konu Fethullahçılarla ilişkilendiriliyordu. Belgesel Ergenekon ve Balyoz davalarına atıfla başlıyor, 2010 Anayasa referandumu ve yargının ele geçirilmesi ile devam ediyordu. Üç bölümlük belgeselin hiçbir yerinde 2011 yılındaki 46 Kürt avukatın gözaltına alınıp tutuklanmasından, 2013 yılındaki ÇHD gözaltıları ve avukat tutuklamalarından, 2016 yılındaki hukuk derneklerinin kapatılmasından ve devamındaki avukat tutuklamalarından ve yüzlerce örneği olan avukat gözaltılarından tek bir kelime ile dahi bahsedilmiyordu. İstanbul’daki hukukçu eylemlerinin neredeyse yüzde 99’unu yapan ÇHD ve ÖHD’nin eylem görüntülerine yer vermemek için çok özel bir çaba sarf edildiği anlaşılıyordu.
Gelinen noktada şunu söyleyebiliriz ki, Barolara yönelik saldırı geliyorum diyordu ve Sayın Başkanın ifadesiyle avukatın (baronun) sesini, toplumun nefesini kesmeyi, kolektif tüm itiraz imkânlarını yok etmeyi amaçlıyor. Feyzioğlu pragmatizmini yıllardır aşama aşama önce Ankara Barosu’nda, sonra TBB’de iktidarda tutan yaklaşımın bugün yüzleştiğimiz saldırıda elbette sorumluluğu vardır.
Bizler tüm baskılara karşı tabii ki hukuk örgütlerimize ve barolarımıza sahip çıkacağız, ama tekrar sormak gerekiyor, Ergenekon davasına atıfla başlayıp hukukçulara yönelik işkence ve tutuklama saldırılarına tek kelimeyle yer vermeyen bakış açısıyla siz barikatı nereye kurmak istiyorsunuz? Eleştiri hakkımız saklı kalmak üzere, Baro Başkanları kuşatıldığında İstanbul’da (Çağlayan) ilk kitlesel eylemi gerçekleştirdiğimiz gibi kim direniyorsa yanında yer alacağız; velev ki gösterdiğimiz tehlikeye karşı yeterli önlem alınmamış; tarihin dayattığı görevler yerine getirilmemiş olsun. Gün dayanışmayı yükseltmek, saldırıyı püskürtmek; yarını bugünü aşmak günüdür. (GY/AS)