"Ben bu son gözaltı ve aramalarda kaç kişi ile ve kimlerle ilgili yakalama ve arama istenildiğini bilmiyorum. Ahmet Bey'in de ismi var mı yok mu dikkat etmedim, biliyorsunuz emniyet bizden talep ediyor, biz de imzalayarak mahkemeye havale ediyoruz."
Bu sözler, "Ergenekon" soruşturmasını yürüten "özel yetkili savcı" Zekeriya Öz'ün. Son "dalga"da tutuklanan gazeteci Ahmet Şık'ın avukatı Akın Atalay, naklediyor.
Atalay bütün bu gelişmelerden sonra Cumhuriyet gazetesinin avukatı sıfatıyla müdahil olarak katıldığı "Ergenekon" davasında "hukuk" dairesinde yapılacak hiçbir şey kalmadığı kanısıyla davayı bıraktı.
Gazeteciler Ahmet Şık ve Nedim Şener'in "Ergenekon" örgütü üyesi oldukları iddiasıyla tutuklanmalarının ardından Zekeriya Öz'ün varlığını samimiyetle itiraf ettiği bu mekanizma hiç kuşkuya yer bırakmadan ortaya koyuyor ki, Türkiye'de yargı doğrudan doğruya yürütmenin yani Adalet ve Kalkınma Partisi (AKP) hükümetinin, bu hükümetin gerisindeki cemaatler-tarikatlar koalisyonunun kontrolü altındadır.
Son dalgada tutuklananların neredeyse tümünün "Gülen ve imamları" ile ilgili araştırmalar üzerinde çalışıyor olmaları "Ergenekon" soruşturmasının artık darbe soruşturması olmaktan çıkarak cemaatin karşıtlarını kriminalize etmeye yöneldiği tezine güçlü bir dayanak sağlıyor.
AKP'nin muhaliflerine karşı izlediği bu tarzı siyaseti "kriminalizasyon", suçlulaştırma olarak adlandırmak yersiz olmaz. Adalet ve Kalkınma Partisi siyaseti siyaset ile değil, polis gücüyle yenebilmek için onu suçla ilişkilendiriyor. Kürt özgürlük mücadelesini "ayrılıkçı terörle", ulusalcıların itirazlarını "darbeci terörle", sosyalistlerin itirazını "devrimci terörle" ilişkilendirdiği bir yeni politik-güvenlik panoraması kuruyor.
Hukukun bütünüyle siyasi bir bağlamda işleyişinden hareketle dönüp siyasi duruma baktığımızda çok net olarak görüyoruz: 2005-2006'da başlayan, 2007'de derinleşen AKP iktidarı bir tek parti rejiminin kuruluşu aşamasına ulaştı.
Bu tek parti rejiminin inşası sürecinde kimi geleneksel devlet kurumlarının yükselttikleri itirazların da esasa dair değil, egemenliğin paylaşılmasıyla ilgili ikincil bir tartışma olduğunu Türk Silahlı Kuvvetleri'nin (TSK), yargının mevcut durumu içlerine sindirerek gönüllü ve arzulu bir biçimde hep birlikte çalışmaya devam etmelerinden anlıyoruz.
Genel olarak siyasi partiler yelpazesi içerisinden yükselen itirazların mahiyetine baktığımızda da AKP eliyle gerçekleşen bu patronaja siyasi partilerden kategorik bir itiraz olmadığını, hiç kimsenin özel yetkili savcılık müessesesinin kendisini tartışmadığını görüyoruz. AKP patronajı bir müesses nizam normu haline geliyor.
Zekeriya Öz'ün açıklamalarının doğruladığı gibi terörle mücadele dairesinin tasavvurlarının yargı tarafından paylaşılmadığına dair de en ufak bir gösterge yok. Çoğu kez bunu unutma eğiliminde olsak da, terörle mücadele dairesinin düzenlediği fezlekelerle başlayan savcılık soruşturmaları daima birkaç yargıç tarafından karara bağlanıyor. İtirazlar başka yargıçlar tarafından değerlendiriliyor. Bu yargıçların tamamının AKP'li olduğunu ya da onlar tarafından ayarlanmış olduğunu söylemek hem siyaset bilimine aykırı hem de Türkiye'nin gerçekliğini hiç anlamadığımız anlamına gelir.
Yeni müesses nizamın tesisi sırasında AKP, düzenin bütün egemen güçlerinin, kimi zaman çelişik arzularını birbirine bağlamakta, kendi hâkimiyet iddiasıyla başkalarınınkini uzlaştırmakta güçlük çekebilse de henüz başka bir seçeneği olmadığı için eninde sonunda rejimin yeniden kuruluşu onun sürüklediği doğrultuda gerçekleşiyor. Rejimin bir tek parti rejimi olarak yeniden tesisine AKP öncülük ediyor.
Bu şartlar altında aslında eğer kendi haline bırakılsa AKP'nin yönetimindeki terörle mücadele dairesinin dizayn ettiği siyasi topografya dışında hiç kimseye hayat hakkı kalmayabilir; ancak böyle olmaması için birden çok sebep, birden çok dinamik var.
Türkiye yekpare, sınıflara bölünmemiş, kendi iç çelişkilerinden münezzeh bir ülke de değil. Bu ülkede kendisini her zaman en uç biçimlerde açığa vurmasa da sert toplumsal mücadeleler, sıkı bir sınıf çatışması süregidiyor.
Kürt halkının demokratik özerklik bağlamında sürdüre geldiği tartışma aslında Kürt yoksullarının fiilen süregiden kendini yönetme sürecine siyasi bir çerçeve bulma, bunu kurgulama tartışması.
Alevilerin, devlet Sünniliğine karşı başlattıkları ve durmaksızın sürdürdükleri, şu an hükümetin kısmi tavizlerle karşılık vermeye çalıştığı tartışma ve mücadele bir başka dinamik. Kadınların erkek egemenliğine karşı sürdüre geldiği hayat pahasına direniş ve mücadele bir başka dinamik.
Köylülerin tarım topraklarını korumak için sürdüre geldikleri ekolojik direnişler güçlü mücadele mevzileri oluşturuyor. Emekçilerin mücadeleleri hemen her gün, büyük kitlesel mücadeleler olarak değilse de küçük direnişler olarak her yerde sürüyor ve küçük küçük direnişlerde küçük küçük başarılar birbirinin peşi sıra tespih tanesi gibi diziliyor.
Türkiye çok güçlü, gelişmiş demokratik ve sendikal geleneklerin olduğu bir ülke. Son 50 yılda gelişmiş olsa, geçmişi çok uzağa gitmese de hiç kimse henüz bu mevzileri terk etmiş, bunlardan geriye basmış değil.
Siyaset bütün bu direnişleri, bütün bu itirazları, bütün bu protestoları birbirine bağlayabilecek bir düzeneği bilinçli bir biçimde kurmak, buna örgütsel bir karakter kazandırmak ve bu çerçevede yapılacak işleri belli bir sıraya ve plana bağlı olarak yapmak demek.
Bütün bu çelişkiler ve çatışmalar ortamında Kürt özgürlük hareketi ile bu toplumsal güçler ve onların politik ifadesi olan sosyalist ve demokratik hareketler arasında Adalet ve Kalkınma Partisi'nin tek parti rejimine karşı emeğin, özgürlüğün, barışın ve demokrasinin belkemiği olacak bir blokun inşası tarihsel önem kazanıyor. (EK)