Mesailerin tüketen aynılığına ölüleri hayata döndürememenin ağırlığı eklendi. Ana akım televizyon, radyo kanallarının şiddetiyse her geçen gün ağırlaşıyor. Her doğan gün ölülerle giden hikâyeleri arttırıyor. Ölümler çoğaldıkça zamanı daha da uzun hissettiğimiz günlerin kasveti ve yaktığımız ağıtlar içimizi karartıyor. Artan cenazeler, yanan binlerce hektarlık orman arazileri içimizdeki kara delikleri büyüttü. Her gün hüzün yutup toprak karasını ya yanarken ya da insanlara mezar olurken izliyoruz. Artık sahiplerinden dinleyemeyeceğimiz hikâyelerin gidişinin ardından boşluklarımız büyüdü. Ölmek kadar ölülerin ardında kalabilmek de zor. Konuşmaya nefes almaya çalıştıkça karşımızda gücünü her daim yok etmekten yana kullanan devletin varlığıysa bütün ölümlerin sebebi olmaya devam ediyor.
94 yaşında bir dedeyle konuştum bugün. İstanbul’a nasıl göç ettiğini sordum; anlattı:
“Hiç toprağımız ekinimiz yoktu. Evde 14 evlat vardı. Biz de zorla İstanbul’un yolunu tuttuk. O gün bugündür de memleketime gidememişim. Bizim toprağımız yoktu. Anadan babadan atadan hiç mal kalmamıştı. Onlar da zamanında Erzurum, Hınıs’a sürgün gelmişler. Maddi durumum burada da hiç olmadı. Taş olsa çatlardı ama bak ki yuvarlanıp geldik bugüne. Buraya geleli kaç sene oldu bilmem ama savaş zamanıydı. Kıbrıs savaşı vardı. Evimiz caddeye yakındı. Tankların sesi hep içerdeydi. Ev savaş meydanına dönmüştü. O zaman pencerelere siyah perdeler takmıştık. Akşamları ışıkları belli olmasın, eve ateş açmasınlar diye. Işıkları da açmazdık. Zaten gaz lambası vardı o vakitler. Velhasıl o zamanda savaş vardı, şimdi de. Toprağın tazecik çocukları ölüyor yine. Reva mı Allah’tan şimdi? Ben İstanbul’a gelmişim ki savaş vardı, bak ölümü bekler oldum yine savaş var. Topraksızlık geçer bir lokma ekmeğe gidip hamallık yapar yine bulursun da ölümün sancısı geçmez.”
Dede, yeryüzünde güneşin doğuşu batışı gibi sekmeyen savaşların ve savaş kadar ağır hayatın bir asırlık taşıyıcısı ve tanığı. Dede niye İstanbul’a geldiği yılı hatırlamamıştı da ve bana sadece kendini kötü hissettiren şeyler anlatmıştı. Dedenin ömründen de tarih kitaplarındaki gibi sürgün, göç ve savaş günceleri çıkmıştı. Tek farksa kitapların koca bir toprak parçasının tarihini anlatırken dedenin kendi yüz yıllık tarihini anlatmasıydı ve kitaplara binlerce Kamil dedenin hikâyesinin sığmasıydı. Savaşlar, sadece tarih kitaplarının ana başlıkları ve konularından ibaret değildir ki. Kendi tarihlerinden de taşma özelliğine sahiptirler. Aynı zamanda hayatımızın da en önemli duraklarıdır. Savaşların soğukluğuyla hayatımızı biçimlendiririz. Zamanı şekillendiren savaşın izlerini sonraki nesillere de miras bırakırız. Tıpkı sürgünün bir sonraki nesle topraksızlığı sonrasında dedenin İstanbul’a göçünü zorunlu kılması gibi. Kıbrıs savaşının, Kamil Dede’nin ailesinin topraklarından sürgünün ya da devletin kendi sivillerine açtığı savaşların isimlerinin ne önemi var ki. Savaşlar, ölenler, gidenler, gidenlerin ardında kalan boşluklar. Ölülerin yerini dolduramayan günler. Hep bitmeyen savaşlar ve savaşlar. Savaş kelimesi bu denli meşruysa hayatta kalabilmek de bir nevi “savaş” sayılmaz mı? Yaşamaya çalışmak da hayata karşı bir savaşken kim bilir tarih kitaplarına sığamayan kaç ömürden daha savaş günceleri çıkacak. Kaç ömrün daha başköşelerine toprak isimleri artı savaş ya da katliam kelimeleri eklenecek.
Kitaplardan çıkarılabilecek dersse Kamil Dede’nin tarih tekerrürden ibarettir demeye getirdiği yaşam hikâyesiydi. Hikâyenin özü ise bu topraklardaki insanların çoğunun sabır sınavından peygamber rütbesiyle çıkmasıdır. Çok günler gören Dedenin hafızasında yer edemeyen beklediğimiz ama çoğu zaman tarihe konuk edemediğimiz barış niye dedenin yaşam hikâyesinin parçası olamıyor? Bu bir asırlık ömre ne tanrının ne de devletin barıştan yana olması gereken adaleti hiç mi hiç tecelli etmiyor. Her daim savaş destanı yazmayı kendine düstur edinmiş dünyanın da nice Kamil dedelerin de işi zor.
“En son gözaydınını çocuklar doğunca almış idik. O gün bugündür gözümüz aymamıştır. Cenazemiz çok şükür ki çok olmamıştır ama memlekette hep cenaze vardır. Memleket böyle olunca bizim de halimiz nicedir. Ben de geldim odur gidiyorum ama gözaydınımız çok olsaydı elbet daha güzel olurda.”
Gözaydını ziyaretleri bir kimsenin çocuğu dünyaya geldiğinde ya da gurbetten askerden, dağdan yakını geldiğinde yapılır. Gözaydını insanları mutlu eden kavuşmalar içindir. Ne sürgünün ne savaşın ne de göçlerin gözaydınlarıyla bağı vardır. Kısa bir süre önce gözaydınlarının artacağına, bu topraklarda tarihin tekerrürünü yitireceğine ve Kamil Dede’nin de yaşam hikâyesine barış güncesini taşıyacağına inanmıştık. Oysa gözaydınlarının yerini başınız sağ olsun demeye varmayan dillerin suskunluğu sahiplendi.
İnsanların huzuru ve barışından ziyade devletin bekası daim kılınmalıdır fikriyatı güç kazandıkça karabasanlara, ölü seviciliğe bulaştık. Yine canımızı en çok yakan cenaze evlerinin yollarındayız. Zalimler içlerindeki karanlıkları toprağa, gökyüzüne, insanların içine bulaştırdılar. Memleketin doğusuna batısına kuzeyine güneyine aynı anda gelemeyen sevinç dalgalarını yine mumla arar olduk, yine karanlık var. Barış yolunu yine bulamadık. Herkes güzel olursa biz de güzel oluruz diyemeyen kim varsa bu ölümlerin failidir. Tüm renklerle yaşanası hayat, nasıl bir anda kapkaranlık oluverdi? Biz bu karanlıktan nasıl çıkarız.
Memleketin barışamamaya dair tarihini dinledikçe okudukça da bir yanım İçimizdeki renklerle savaş zamanlarında gökyüzüne gidelim der. Keşke gökyüzünde sığınağımız olsa. Her savaş ve katliam zamanlarında kaçıp kurtulsak karartılan topraklardan. Kuşlara imrenmem de bundandır. Savaşmak isteyen buralarda kalsa ve kendileri yok olsa. Savaşmak isteyenlerin kararları, güzel insanların hikâyelerini yok edip bizleri de eksiltmese.
Şimdi iyice kararan toprakların sahipleri, zaten yüzlerce yıldır toplu katliamlara, faili belli cinayetlere maruz kaldıkça daha çok dayanışarak var olmadılar mı? Dayanışma, ölülerin yokluğunun ve biten umutların yerini almadı mı? Devletin asıl gözden kaçırdığı nokta da bu umudun varlığını görmemek olsa gerek. Ölüm gibi delirten acıların sahipleri, ölülerini yaşatmak için bazen daha çok dans edip halay çekerler bazen de kahkahaya boğulurlar. Tesellisi mümkün olmayan gidişler arttıkça devlete ve hayata inat gülüşler çoğalır. Öldürmekle tükenmeyeceğimizi anlamayanlar alacağınız olsun. Hikâyeleri devletin şiddetine kurban giden ölüler, elbet bir gün barışın yapraklarını uzatacaklar tüm memleket ahalisine çünkü yine ılık rüzgârlar esmelidir memleketin dört bir yanında. Gözlerimizi gözaydınlarının ışığı sarmalıdır. (HÇ/HK)