Büyük olasılıkla pastanenin önünde bir arabanın durduğunu fark etmediler. Aracın içinden Pegah’ın dayısı, annesi ve babası indi. Pastaneye girdiler, Dilek’i umursamadan Pegah’a evine geri dönmesini emrettiler ve onu kolundan tutarak zorla götürmeye başladılar. Dilek yetişip diğer kolundan tutmaya başlamıştı bile. Duruma layıkıyla (!) sinirlenen dayı tabancasını çekerek Dilek’i ayağından vurdu. Pegah’ın da araca binmek istemediğini görünce onu da ayağından yaraladı. Pegah yaralı vaziyette anne ve babasının olduğu araca bindirildi, yarım saat uzaklıktaki başka bir ilçenin devlet hastanesine götürüldü.
Yaralanmaları dolayısıyla ilçe sakinleri bu iki genç kadının varlığından ve üzerinde dedikodu yapmaya değer öykülerinden haberdar oldu. Mahremiyetin yeni yeni “ihraç” edilmeye başladığı bu yerde, 10 bin küsur kişi topyekun bu olayla ilgilenmeye başladı. Taşra sabitliğini kısa süreliğine de olsa parçalayan bu olaya sıkıca sarıldılar ve belki bu nedenle dayıya minnettar kaldılar. Suç mahalline geziler yapılmaya başlandı. Olayla ilgili sohbetler, kocaman bir insan sesi uğultusu yarattı. Eksik kalan tek şey, olayın nedeninin kesin olarak bilinmemesiydi. Minnet duyulacak başka bir durum da bu oldu ve taşranın iktidarlı küçük insanının saldırgan yaratıcılığını harekete geçirdi.
Birbirlerine duyuranlar olayı nitelemek için ısrarla “vurgun” sözcüğünü kullandılar. “Duydun mu, falanca pastanenin önünde vurgun olmuş.” Neden bu sözcüğün ısrarla kullanıldığını birkaç kişiye sorduğumda şu cevabı aldım: “Niye, vurulmamışlar mı?” Aynı şekilde yerel gazeteler de olayı “Vurgun” başlığıyla verdiler. Birkaç yerel gazetenin web sitelerinin elverdiği kıtlıkta küçük bir arşiv araştırması yaptım. Cinayet de dahil benzer olayların tamamı için “vurgun” sözcüğünün kullanıldığını gördüm. Kanımca “vurgun” sözcüğü, ölüm ve yaralama olaylarını olağanlaştırıyor ve bu ölçüde duygusuzlaştırıyor. Olayın mağdurlarını nesneleştiren bu sözcük, herhangi bir taraf belirlemeksizin, salt olayı esas alıyor. Mağdurların varlığı olay karşısında önemsizleşiyor. Sözcüğün bu haliyle bakınca, Filistin’de İsrail’in geçenlerde yaptıklarına pekala “Büyük Vurgun” denilebilir.
“Vurgun” sözcüğünün kullanılmasının tercih edilmesi, sanırım, Doğu Karadeniz erkek kişiliğince içerilmiş olan şiddet eğilimiyle açıklanabilir. Her erkeğin silahı vardır. Silahın varlığı, elbette ki onun kullanımını da önceler. O, artık başka bir aletiyle daha bütünleşmiş ve bir kere daha kendi varlığını araçsallaştırmıştır. Bu kez söz söyleme kudretini dışında bir alete devretmiştir. Silahıyla yeniden kutsanmış erkek, elbette vurgunculuk yapacaktır.
İlginç olan, Doğu Karadeniz erkeğine soyut düzeyde toplumun tamamınca yüklenen, böylece onu gururlandıran bu şiddet düşkünlüğü bir olumsallık taşır. Karadeniz’in (uydurulmuş) hırçınlığı dahi olumlamaya hizmet için kullanılır. İlkelliğini, bir denizi alet ederek açıklayan başka insan topluluğu var mıdır acaba? Aynı insanların pek sevdikleri deniz ile aralarına yol çekildiğinde seslerini dahi çıkarmamaları, denizi iğfal etmeyi alışkanlık haline getirdiklerine yorulabilir.
Uzun parantezi kapatarak, kadınların yaralanmayı hak etmelerinin(!) nedenine geçebiliriz. İlk başlarda birden fazla nedenden bahsedilse de, zaman geçip de bilgiler arttıkça tek bir nedende karar kılındı. İki kadın lezbiyendi, ailelerinden kaçarak birlikte yaşamaya karar vermişlerdi. Bu neden elbette ki, ilçede benim aktardığım biçimiyle dillendirilmedi. Kabaca yaşı temel alarak bir ayrım yaparsam; 30 yaş üstü kadın ve erkekler, “karı koca gibi yaşıyorlarmış” dediler. 30 yaşın altındakilerin çoğunluğu ise “lezbiyen” sözcüğünü kullandılar. 30 yaş üstündekilerin çoğunluğu “lezbiyen” sözcüğünden bihaberdi. 30 yaş altındaki erkeklerin çoğunluğunun ise bu sözcüğü pornografi sayesinde öğrendiklerini keşfetmek çok da zor olmadı. (Belirtmeliyim ki, buradaki tahliller bütünüyle kabaca yapılmış şahsi gözlemlerdir.) Yaralama dolayısıyla da “lezbiyen” sözcüğünden 30 yaş üstü insanlar da haberdar oldular ve dudaklarının kıyısıyla da olsa sözcüğü telaffuz etmeye başladılar.
Meşhum olay vesilesiyle ilçede yaşayanların lezbiyenliğe bakışı açığa çıktı. (Tahmin edileceği üzere, bakışın odak noktasında cinsellik vardı.) Buralının lezbiyen ilişkiye yaklaşımındaki ılımlılığın beni şaşırttığını söylemeliyim. Elbette bu ılımlılık “gay”lik ile belirlenen bir şeydi. Erkek eşcinselliğine karşı despotik yaklaşım, kadın eşcinselliğine biraz daha müsamahalı yaklaşıyordu. Kanımca bunda cinselliğin bir bütün olarak salt erkek cinselliğine indirgenmiş ve onun dolayımıyla tanımlanmış olması etkilidir. İki kadının cinselliği de içerir bir şekilde birlikte olması, verili cinselliği parçalamadığı için pekala kabul edilebilir. Bu bakışla, sürdürülebilirliği baştan imkansız olduğu için lezbiyenliğin geçici heves olarak değerlendirilmesi ılımlılığı biraz daha açıklayabilir sanırım. “Hele bir evlensinler”den başlayıp, “taş gibi erkekle karşılaşmamışlar ki” pornografik bakışına kadar lezbiyenlik pekala çaresine bakılabilecek bir geçici sapma olarak telakki ediliyor. Sapma süresince yaşanan cinsellik ise, verili cinselliği parçalamadığı için önemli bir sorun da arz etmiyor. Hatta pornografi ile bir kere daha sakatlanmış erkeğin bakışında lezbiyenlik, kendisinin de dahil olma düşleri gördüğü bir fantezi düzeyine bile indirgenebiliyor.
Ancak erkeğin yalnızca bir defa dahi olsa başka bir erkekle cinsel deneyim yaşamış olması, tercihinden vazgeçse dahi, bir daha asla tam bir erkek olamayacağı anlamına geliyor. Cinsel sabıka kaydına yazılacak bu birliktelik, zinhar zamanaşımına uğramayacak ve sabıka kaydından silinmeyecek denli “erkeklik suçu”dur.
Anlattığım olayın ve tepkilerin taşra denilen yerde yaşanmış olması, okuyucuda yaşadığı büyük kentin yeniden olumlanmasına vesile olabilir. Ama Dilek İnce Ankara’da öldürüldü ve Pegah’ın peşine de koca bir ülke takıldı, İngiltere’de kalabilmesi için de mücadele verildi. Yalnızca birkaç büyükşehirde yaşama imkanı bulan travesti ve transseksüellerin, aynı yaşamlarını nasıl bir imkansızlık dahilinde sürdürdüklerini biliyoruz. Eşcinsellik ise çoğunlukla yeraltına çekilmeye zorlanıyor. Şu halde homofobinin taşrası olarak, birkaç istisna ülke dışında tüm dünyayı kabul etmek gerekebilir.
Kahramanımız iki kadın bu sefer ayaklarından vurularak bir nevi kurtulmuş oldular. Dayının ya da başka bir akrabanın erkek öfkesi, ölümlerine kolayca neden olabilirdi. Şimdilik denizin hırçınlığının başka bir olaya neden olmamasını ümit etmekten başka bir yol görünmüyor. Görünen de o ki, bir daha hayatları boyunca arzuladıkları bu ilişkiyi sürdüremeyecekler. Belki de çare, yeşil ile mavinin eşit koşullarda kucaklaşabildiğine insanları ikna etmekten geçiyor. Bunun için de erkekleri erkek olmaktan vazgeçirmek şart. Malumunuz olduğu üzere kadınların ve homoseksüellerin kurtuluşu olmadan heteroseksüel erkekler özgür olamaz.(SB/EÜ)
(1) Olayın mağduru olan kadınların başlarına yeni belalar getirmemek için adlarını ve olayın geçtiği yeri yazmıyorum. Dilek İnce, temelde transseksüel olduğu ve de Ankara Eryaman’da travesti ve transseksüellere yapılan saldırılar karşısında açılan davanın şikayetçi ve tanıklarından biri olması nedenleriyle 10 Kasım 2008’de uğradığı silahlı saldırı sonucunda hayatını kaybetti. İranlı lezbiyen Pegah Emambakhsh ise, salt lezbiyen olması nedeniyle idam edilmemek için İran’dan kaçtı. Pegah Emambakhsh’ın birlikte olduğu kadın tutuklanıp yargılandı ve ölüm cezasına çarptırıldı. İngiltere’ye sığınan Emambakhsh, eşcinsellerin ve bazı medya organları ile milletvekillerinin yürüttüğü kampanya doğrultusunda İngiltere’de mülteci statüsü kazanan ikinci eşcinsel oldu. Mülteci statüsü verilmeyip de İran’a iade edilmiş olsaydı o da idamla yargılanıp öldürülecekti.