Aslında bir başına Anıtkabir ziyaretleri bile Türkiyedeki rejimin niteliği hakkında fikir vermeye yeter ama, anlayana, anlamak isteyene...
Ölmüş bir şahsiyetten bir şey dilenmek ya da ölmüş bir şahsiyete yaşayanları şikayet etmek, pre-modern bir davranıştır. Moderniteyle bir ilgisi yoktur. Bu tür eylemler, modernite öncesinin dine dayalı Eski Rejimlerine özgüdür.
Ata ya da Oruç Baba
Moderniteyi özümlemiş bir toplumun bireyleri, ölmüş bir şahsiyetin mezarını ziyaret ederek ondan bir şey istemeyi, yada şikayette bulunmayı akıllarından bile geçirmezler. Böyle bir şeyin saçmalığının farkında oldukları için... Elbette ölmüş bir şahsiyetin mezarı ziyaret edilir ama, birilerini şikayet etmek ya da ondan bir şey istemek için değil, ona yaşadığı dönemde yaptıkları için minnet ve şükranlarını sunmak, bir saygı gösterisinde bulunmak için.
Oysa, Türkiyedeki Anıtkabir ziyaretleri talepte ve şikayette bulunmak için yapılıyor. Bu bakımdan tamı tamına pre-modern davranışlar. Rektörlerin ya da başka meslek erbabının, Anıtkabire istek ve şikayette bulunmalarıyla, Oruç Baba Türbesini ziyaret ederek, uygun bir koca dileyen genç kız; ya da oğluna güzel huylu bir gelin dileğinde bulunan annenin talebi arasında hiçbir fark yoktur. Fakat, evlenmek için Oruç Babadan dilekte bulunan genç kızın bu isteği pre-modern bir davranış olsa da, son tahlilde mâsum bir eylem sayılabilir. Üstelik böyle bir talepte bulunan kadının bizim rektörlerimiz gibi çağdaşlık, modernlik, laiklik, vb gibi bir iddiası da yoktur.
Türkiyede modernite hiç yaşanmadı
Türkiyede akıl almaz bir kavram ve kafa karışıklığı geçerli. Kavramların içi boş veya boşaltılmış durumda. Entelektüel azgelişmişliğin tahribatı çok büyük. Bunun iki nedeninden söz edilebilir: Birincisi, Türkiyenin geçmişinde hiç bir zaman gerçek anlamda bir modernitenin yaşanmamış olması; ikincisi de, bağnaz resmî tarihin ve resmî ideolojinin insanların beyinlerini dağlayarak, düşünme yeteneklerini dumura uğratmasıdır.
Okumuş kesim, modernitenin ne olduğunu, ne olması gerektiğini tartışmaktan aciz. Zaten aldıkları eğitim, soru sorma, cevap arama yeteneklerini köreltmiş durumda. Bu yüzden Türkiyenin durumu belki de dünyada benzersizdir. Acaba bu dünyada, moderniteden, modernlikten, çağdaşlıktan, ilericilikten, vb. bu kadar çok söz edildiği halde, moderniteye pek ilgisi olmayan bir başka rejim var mıdır?
Modernite, Eski Rejimden kopuşu ifade eder ve insanlar bireysel ve kolektif olarak tarihlerini yapabilirler demektir. Geleneğin koyduğu sınırların aşılması, toplumun ufkunun açılmasıdır ve yeni, orijinal toplumsal örgütlenme ve yaşam biçimlerini hayata geçirmenin, velhasıl alternatiflerin olanaklı hale gelmesidir. Avrupa, böyle bir kopuşu gerçekleştirdiği için modernite mümkün oldu. Avrupa kendi feodal geçmişiyle hesaplaşmayı başardığı için, moderniteyi yaratabildi.
Başka türlü ifade etmek istersek, modernite, bu dünyanın sorunları bu dünyada yaşayanları ilgilendirir ve onların bilinçli eylemiyle toplumsal süreç etkilenebilir, yönlendirilebilir demektir. İrade sahibi insanlar kendi tarihlerini yapabilirler ve başka hiçbir reel veya muhayyel dış iradeye itibar etmezler... Bu niteliğinden ötürü de modernite laikliği içerir... Zira, laiklik, dinin siyasetten ayrılmasıdır. Eğer din siyasetten ayrılmazsa, yeni ve orjinal şeyler yapmanın önü tıkanmış, alternatifler yok edilmiş olur.
Siyasetin dinden bağımsızlaşması demek, bizzat siyasetin de yeni ve orjinal şeyler yapma alanı haline gelmesidir. Moderniteyi içselleştirmiş bir siyasi rejim, düşünce yasağına izin vermez. Gerçek anlamda modernite, demokrasinin ve özgürlüğün önünü açar ve bunların gerçekleşmesinin maddi-ideolojik geri planını oluşturur.
Modernite ve Türkiyenin durumu
Modernite kavramı karşısında Türkiyenin durumu yeterince tartışılmıyor ve bu yüzden da moderniteyle pek de ilgisi olmayan mevcut rejim, modernitenin sembolü olarak sunulabiliyor. Türkiyenin tarihinde gelenekten kopma hiçbir dönemde gerçekleşmedi.
Yenilikçilik hareketleri gelenekten, Eski Rejimden kopuş anlamına gelmiyordu. Emperyalizme uyum sağlamanın araçlarıydı. Osmanlı yenilikçilerinin asıl amacı, eski rejimle hesaplaşmak, geleneğin koyduğu kalıpları kırmak, toplumun önünü açmak değil, devleti korumak ve yaşatmaktı. Hiç bir zaman genelensel ideolojiyle hesaplaşma söz konusu olmadı. Emperyalist saldırının dayatması sonucu yapılan yeniliklerin amacı, devleti dönüştürmek, geleneği aşmak değil, iktidar sahiplerinin varlık nedenleri olan kutsal devleti yaşatmaktı.
Bu, ilk yenilikçilerden başlayarak, Tanzimatçılar, Islahatçılar, Genç Osmanlılar, Jön Türkler ve Cumhuriyeti kuran İttihatçıların ortak kaygısıydı. Yapılanlar özde şimdilerde Uluslar arası Para Fonu (IMF) ve Dünya Bankasının yapısal uyum programlarının bir benzeriydi. Emperyalizme ödünler vererek devleti ve iktidarlarını korumanın yolunu bulmuşlardı...
Bu yüzden Türkiyede iki şey mümkün olmadı: Birincisi, Eski Rejimden kopuş hiçbir zaman mümkün olmadı; ikincisi; Osmanlı sisteminden de radikal bir kopuş olmadı. Fakat, kimi söylemler, kurumsal yapı ve mekanizmaların varlığı, bu alanda yanılsama yaratmayı, kafaları bulandırmayı başardı. Oysa, tüm modernite, modernlik, çağdaşlık, ilericilik, laiklik retoriğine rağmen, Türkiye geçerli rejim her zaman yarı-otokratik, yarı-modern bir rejim olmanın ötesine geçemedi.
Cumhuriyet bir hükümet darbesi sonucu kuruldu. Oysa, gerçek anlamda cumhuriyet, halk iradesinin tecelli etmesidir. Bilindiği gibi darbeler yeni, orijinal, farklı şeyler yapmak için değil, eskiyi sürdürmek için yapılır.
29 Ekim 1923deki darbenin neyi ne kadar değiştirdiğini görmek için son elli yılda yapılan darbelere bakmak yeter. Oysa, Padişahın tasfiyesi, otomatik ve zorunlu olarak, tasfiye edilenin yerini cumhuriyetin aldığı anlamına gelmezdi... Muammer Kaddafi, Kral İdrisi, Nasır, Kral Faruğu tasfiye etti diye halk iradesi mi gerçekleşti, gerçek anlamda cumhuriyet rejimi mi kuruldu? Darbeler sonucunda iktidardaki bir kliğin yerini bir başkası alır, ama, aynı şeyi yapmak için. Amaç, devleti dönüştürmek değil, yönetici kliği değiştirmektir.
Kaldı ki, 1923 de Cumhuriyeti kurduğunu söyleyen ekip, 1908 darbesini yapan ekipten çok farklı da değildi.
Onca yıl sonra hâlâ aykırı soru soranların, orijinal tahlil yapanların apar-topar tutuklandığı, linç edilmeye kalkışıldığı bir rejimin moderniteyle bir ilgisi olabilir mi? Özgür düşünceyi en büyük düşman sayan bir rejimin moderniteyi özümlediği söylenebilir mi?
AKP, Ordu ve 29 Ekim Resepsiyonu
Bir ülke düşünün ki, o ülkenin başbakanının, bakanlarının, milletvekillerinin eşlerinin nerelere gidip, gidemeyeceğine ordu karar veriyor. Bundan daha saçma, insan aklını zorlayan bir kepazelik olabilir mi? İranda kadınları başlarını örtmeye zorlamak laiklik karşıtı bir eylemdir tam bir modernite karşıtlığıdır. Türkiyede bunun tersini yapmak, kadınları başlarını açmaya zorlamak da aynı türden bir bağnazlıktır. Oysa, insanların giyim kuşamlarına bile karışan rejime, büyük bir pişkinlikle laik demeyi içlerine sindirebiliyorlar...
Türkiyede modernite, modernlik, laiklik adına insanların özel yaşamlarına dahi müdahaleyi haklı göstermeye çalışanların sefaleti anlaşılır bir şey ama, ordu öyle istiyor diye resmi davetlere başları örtülü eşlerini getirmemeyi içlerine sindiren, sözde bu ülkeyi yönettiği varsayanların bu utanç verici tavrına ne demeli...
Öyle bir başbakan, bakan, milletvekili ki, ordudan aldığı emre göre hareket ediyor. Bu durum bizdeki, parlamentonun da içi boş bir kabuk olduğunun tipik bir göstergesidir. Bizdeki siyasi partiler, seçimler, parlamento, bağımsız yargı, vb. tam bir retoriktir ve rejimin gerçek yüzünü gizlemeye yarıyor...
Bunlar, eski şarabı yeni şişede sunmanın araçları ve mekanizmalarıdır... Bu tür kurumlar ve mekanizmalarla amaçlanan, pre-modern rejime, modernlik, çağdaşlık, laiklik, vs. süsü vermektir. Oysa, modernite kapitalist teknolojinin ürünlerine sahip olmaktan öteye bir şeydir. Dün, İngiliz kumaşından elbise giymek, Fransız parfümü kullanmak, bu gün otomobile binmek, Coca-Cola içmek, cep telefonunun görgüsüzce kullanmak modernite değildir...
Rektörlerin tek derdi var: Ağalığı sürdürmek
Türkiyede kapısında üniversite yazan ama adından başka üniversiteyle ilgisi olmayan kurumların çapı da Türkiyedeki rejimin çapının doğal sonucudur. Siz bir binanın ön cephesine burası üniversitedir yazdınız diye orası üniversite olmaz.
Bir adamın- kadının isminin önünde bir dizi akademik unvan var diye o adamın ve kadının bilim insanı sayılmayacağı gibi... Üniversite gerçek üniversite olsaydı, üniversite elemanları Anıtkabir ayinlerine katılmazlardı. Kendilerini kolluk kuvveti yerine koyma, Cumhuriyeti koruma ve kollama misyonuna soyunma gibi bilim insanına yakışmayan aşırılıklarda bulunmazlardı.
Daha önce de sayısız kereler yazdığım gibi, bizde üniversite denilen kurumların çatısı altında bulunanların taşıdıkları bilinç, bilim insanı bilinci değil, tipik memur bilinci, değilse kışla bilincidir. Eğer bir insan, bilim namusu ve entelektüel dürüstlükten yoksunsa, onun bilim insanı sayılması asla mümkün değildir...
Kara cübbelerini giyerek hükümeti atalarına şikayete giden adamların ve kadınların gerçek üniversiteyle, bilimle, bilimsellikle, bilim haysiyeti ve entelektüel dürüstlükle uzaktan yakından bir ilgisi yoktur. Bunların en büyük korkuları özerkliktir. Oysa, özerklik olmadan üniversite de olmaz.
Kaldı ki, gerçek moderniteye düşman, laik olmayan, cunta anayasasıyla yönetilen (üstelik 130. madde geçerliyken), Milli Güvenlik Kurulu (MGK) gibi bir kurumun varolduğu, bağnaz resmi ideolojinin geçerli olduğu bir rejimde, gerçek anlamda üniversite mümkün değildir. Elbette bu ifadeden giderek, başka yerlerdeki üniversiteleri yücelttiğim anlamı çıkarılmamalıdır.
Rektörlerin bir tek derdi var: 12 Eylül Cuntasının kendilerine bahşettiği çiftliklerde ağalığı sürdürmek.
Şimdilerde eğitimin özelleştirmesinin ivme kazanmasıyla, rektörler, Üniversite döner sermaye kuruluşları, vakıfları, şirketleri, vb. aracılığıyla büyük finansal kaynakları da kullanabilir duruma geldiler. Nerdeyse birer holding yöneticisi durumundalar. Bu söylediğim en azından büyük üniversiteler için geçerlidir. Bazı rektörlerin trilyonluk villalarından söz ediliyor...
Bunca imkân, ayrıcalık ve otoriteden olmak rektörlerimizi çıldırtıyor... Darbe kışkırtıcılığı yapmalarının nedeni de aynı korkunun eseridir...
Kara cübbelilerin son gövde gösterisi, rejimin niteliğinin tartışılması için bir vesile olabilirdi... Görünen o ki, her zaman olduğu gibi, kimsenin asıl tartışılması gerekeni tartışmaya niyeti yok. Bakalım bu ilkellik, ikiyüzlülük, bağnazlık, özgürlük, demokrasi ve modernite düşmanlığı daha ne kadar devam edecek... (FB/BB)