Tarancı'nın evine komşu mekan
Önce bu etkileyici mekandan söz etmek istiyorum. Çünkü hem tarihle hem de toplumla iç içe bir mekan burası. Cahit Sıtkı Tarancı'nın müze haline getirilmiş eviyle komşu ve tıpkı onun gibi siyah bazalt taşından yapılmış.
Geniş bir avlusu ve ferah bir eyvanı, avlunun ortasında ise küçük, dikdörtgen bir havuzu var. Oymalı taşlarla bezeli avlu duvarındaki özel barınaklarda yaşayan kumrular, havuzun fıskiyesinden su içtikten sonra avlunun güney köşesindeki incir ağacına konuyorlar.
Akademi ve çalışanları mahalleliyle iç içeler. Mekanın bir bölümü, Sur Belediyesince desteklenen "Eski Kent Çocuk Evi" projesi nedeniyle mahalle çocukları için düzenlenmiş. Yürütülen kültürel ve eğitsel çalışmalardan yararlanan çocuklar cıvıl cıvıl. Avludan içeriye adımınızı attığınızda sokağın ve günlük yaşamın telaşı patırtısı dışarıda kalıyor. Tarihle sarmalanmış dingin bir atmosfer sarıyor etrafınızı.
Kuzeye bakan odalar yazın, güneye bakanlarsa kışın oturmak üzere planlanmış. Ama akademideki yoğun çalışma dolayısıyla bütün odalar aynı anda kullanılıyor. Ne yaptıklarını sorarsanız, yaşadıkları kentin, oturdukları sokağın, o sokaktaki insanların tarihini yazıyorlar.
Tarihe sıradan insanların gözüyle bakmak
Kentsel kimliğin, yurttaşlık bilincinin gelişimi için çalışmalar yürütüyorlar. Sıradan insanların yaşamlarındaki dönüşüm ile makro dönüşümler arasında bağ kurmaya, öznel olanla toplumsal olanı bütünleştirmeye; tarihi, sıradan insanların perspektifinden kurmaya çalışıyorlar.
Verilerini devlet arşivlerinden, örgüt dokümanlarından, resmi söylemlerden değil, bir mahalledeki komşuluk ilişkilerinin dönüşümünden ya da sıradan insanların yazılı kayıtlara geçmemiş "önemsiz" öykülerinden, hiç duyulmamış seslerinden derlemeye çalışıyorlar.
Aslında söz ile tarihin ilişkisi, tarihin kendisi kadar eskidir. Ama sözlü tarihin sosyal bilimlerde yer bulması, "insanlı tarih", "alttan tarih", "sosyal tarih" gibi yaklaşımların gelişmesi ve tarihin demokratikleşmesiyle bağlantılı yeni bir olgu.
Pozitivist tarih yaklaşımı
Tarih yazımı, uzun yüzyıllar boyunca iktidar etmenin geri planını hazırlayan bir işlev görmüş. 20. yüzyılda toplum, vatandaş, ulus kavramlarının keşfi, tarihin konusunu değiştirse de, onun iktidar odaklı yapısını değiştirmemiştir.
Nitekim pozitivist tarih yaklaşımı halen devletlerden, politkacılardan, ordulardan, savaşlardan ve sadece resmi kayıtlardan söz etmeyi sürdürüyor. Böylesi bir tarih anlatısında, sıradan insanlara ve onların sözüne yer yoktur; Savaşlarda yaşamını yitirenler, önemsiz, bir rakamdan ibarettir.
Toplumsal tarih ve onun önemli araçlarından birisi olan sözlü tarihse, deyim yerindeyse tarihe, birer rakama indirgenen sıradan insanların gözünden bakmayı tercih ediyor.
Tarih Akademisi'nin tarih çalışması
Tarih Akademi çalışanlarının cezalandırılmaları da böylesi bir girişimden kaynaklanıyor: Bölgede yaşanan şiddet sürecine, resmi söylemlerde "asker", "gerilla", "terörist","faili meçhul" şeklinde kodlanan ve yaşamlarını yitirmeleri birer rakama indirgenen insanların ve yakınlarının gözünden bakmaya, tanıklıklarını kayda geçirmeye çalışmışlar.
Bu projeyi gerçekleştirirken bir engelle karşılaşmamışlar, ama derledikleri tanıklıkları geçtiğimiz yıl Diyarbakır Festivalinde sergileyince, önce sergileri basılmış, ardından soruşturmaya uğramışlar.
Akademi çalışanları bu serginin "Türkiye'de Kürt sorunu ekseninde, son 30 yılda yaşanan çatışmalar nedeniyle yaşamını yitirenlerin hayat öykülerini, ölenin hangi tarafta olduğuna bakmaksızın yansıtmayı amaçladığını" dile getiriyor.
İnsan hikayesi yazmak
Politik argümanlarının dışındaki hedeflerini, birer 'insan hikâyesi' yazmak, diye özetliyorlar. Anlaşılan resmi yetkililer onlarla aynı görüşü paylaşmamış ki, sergileri "örgüt propagandası" olarak değerlendirilmiş ve hapisle cezalandırılmışlar.
İşin ilginç yanı, sergide yer alan sözlü ya da görsel belgelerin hiç birine iddianamede kanıt olarak yer verilmemiş. Dava ile ilgili nihai kararı üst mahkeme verecek.
Ama bir sözlü tarih çalışması ekseninde şimdiye kadar yaşanan gelişmeler, resmi söylemlerin dışına çıkmanın ve içimizdeki yaralara bakmanın ne denli güç olduğunu bir kez daha göstermiş bulunuyor.
Bir türlü iyileştiremememiz biraz da yaralarımızla yüzleşemememizden kaynaklanmıyor mu? Resmi söylemler ve kuru rakamlar toplumu her geçen gün daha fazla kutuplaştırıp milliyetçilik zehrini içimize akıtıyor. Halbuki onların yerine sıradan insanların acılarına dokunabilsek yaralarımızı iyileştirmemiz belki çok daha kolay olacak.(HÇ/AD)