Türkiye Cumhuriyeti’nin yakın siyasi tarihindeki kara lekelerden biri olan 28 Şubat 1997 süreciyle ilgili olarak pek çok şey yazılıp çizilmiştir. Ancak, genel olarak yazılıp çizilenler 28 Şubat’ın görünür kısmına odaklanırlar. Üniversitelerde okuyan ve devlet kurumlarında çalışan genç ve yetişkin kadınlara başörtüsü yasağı getirilmesi en yaygın bilinen ayıplardan biridir. Getirilen kısıtlamalar nedeniyle, başörtüsü takan pek çok genç ve yetişkin kadın işlerinden ve öğrenimlerinden olmuştu. İmam hatip okullarının orta dereceli olanlarının kapatılması, İmam hatip liselerinin meslek lisesi statüsünde sayılıp, alan dışı tercih yapmaları durumunda, yani ilahiyat dışında bir tercih yapmaları halinde, orta öğretim başarı puanlarının eksik hesaplanması da eğitimde alanındaki bir diğer skandaldı. Genelkurmay Başkanlığı’nın 7 Haziran 1997’de irticai faaliyetleri desteklediğini iddia ettiği firmalara ambargo koyması, ambargolu şirketlerin listesinin fakslar arasında dolaşması ise ayrı bir tartışma konusudur. Refah Partisinin kapatılması ve 54. Hükümette Başbakan olan Necmettin Erbakan’a siyaset yasağının getirilmesi ise devletin en tepesindekilere yapılan müdahalenin özetidir. Tüm bu gelişmelerin yaşandığı sırada İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı olan Recep Tayyip Erdoğan’ın Siirt’te okuduğu bir şiir gerekçe gösterilerek görevinden alınması ve hapis cezasına mahkûm edilip, ardından tutuklanarak cezaevine konulması da hafızalarda yer etti. Ama görünür kılınan tüm bu skandalların yanı sıra, 28 Şubat sürecinde çok sayıda görünür olmayan ve fazla bilinmeyen başka sorunlar da yaşanmıştı.
Aynı yıllar bir grup insan hakları aktivisitiyle birlikte Türkiye’de bir Uluslararası Af Örgütü (UAÖ) Şubesi kurmak üzere harekete geçtiğimiz yıllardı. Nitekim sonradan birlikte UAÖ Türkiye Şubesinin kuruculuğunu yaptığımız ve 28 Kasım 2015’de Diyarbakır Sur’da katledilen Tahir Elçi ve dün yani 6 Haziran 2017 günü sabah evinde ve ardından da ofisinde yapılan aramalardan sonra gözaltına alınan UAÖ Türkiye Şubesinin hali hazırdaki Yönetim Kurulu başkanı olan Taner Kılıç’la tanışıklığımız bu yıllara rastlar. Ancak söz konusu yılların Taner Kılıç için ayrı bir önem taşıdığını da yeri gelmişken belirtmem gerekir.
TIKLAYIN - ULUSLARARASI AF ÖRGÜTÜ TÜRKIYE BAŞKANI GÖZALTINDA
Taner Kılıç o yıllar aynı zamanda İnsan Hakları ve Mazlumlar İçin Dayanışma Derneği (Mazlum-Der) İzmir Şubesi’nin yönetim kurulu üyesiydi. Bülent Ecevit başbakanlığındaki DSP-ANAP-MHP koalisyonu 57. Hükümeti kurmuş ve 28 Şubat kararlarını icra etmekle meşguldü. Ankara Devlet Güvenlik Mahkemesi Cumhuriyet Savcısı, 16 Haziran 1999 tarihinde, mahkemeden, Mazlum-Der’in genel merkezi ile şubeleri için derneğin “toplumun bütünlüğü ile laik rejime” karşı gerçekleştirildikleri iddia edilen belirli eylemleriyle ilgili delil toplamak için bir arama emri çıkarmasını talep etmiş ve mahkeme de aynı gün bir arama emri çıkarmıştı. Ankara Devlet Güvenlik Mahkemesi Cumhuriyet Savcısı, 18 Haziran 1999 tarihinde, yerine getirilmesi için, mahkeme kararını İçişleri Bakanlığı’na bildirmişti. Cumhuriyet Savcısı aynı gün, ek bir yazı göndermiş ve yine aynı gün, İçişleri Bakanlığı Müsteşarı 80 ilin valilerine gönderdiği bir yazıyla şunları talep etmişti:
“… Mazlumder’in ülkenin bütünlüğü ve laik rejime karşı hareket etmekte olduğunu gösteren bilgi ve deliller ışığında, derneğin Genel Merkezi ile şubelerinde ve şubelerin yönetim kurulu üyelerinin ev ve işyerleri de dahil olmak üzere, genel başkan ile yönetim kurulu üyelerinin ev ve işyerlerinde arama yapılması talep edilmektedir.”
Bu talep doğrultusunda polis memurları, 19 Haziran 1999 tarihinde, Mazlum-Der Şubelerinde ve Taner’in evi ve hukuk bürosu da dahil tüm yerlere aynı anda arama düzenlemiş, evinin aranması esnasında, polis memurları Taner Kılıç’a müsteşarın yazısını göstermiş, evinde buldukları iki videokasete el koymuş, işyerindeki bazı belgelerin fotokopisini çekmişti.
Taner Kılıç bunun üzerine iç hukukta hakkını aramaya koyulmuş, iç hukukta aradığını bulmayınca da en nihayetinde 5 Ocak 2001 tarihinde Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ne (AİHM) başvurmuştu. Taner Kılıç’ın yaptığı başvuruyu inceleyen AİHM, 24 Ekim 2006’de Türkiye’nin Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin 8. Maddesini (Herkesin özel ve aile hayatına, konutuna ve haberleşmesine saygı gösterilmesi hakkı) ihlal ettiğine karar verdi (AİHM Taner Kılıç v. Türkiye Kararı; Başvuru no. 70845/01 - Strasbourg).
Gelin görün ki, aradan geçen 18 yılın ardından Taner Kılıç geçtiğimiz gün yine aynı muameleye maruz kaldı. Ancak bu sefer Mazlum-Der İzmir Şube yöneticisi olarak değil, UAÖ Türkiye Şubesi Yönetim Kurulu başkanı olarak ve daha başka eften püften gerekçelerle. İşin bir diğer hazin olan tarafı ise bugün kendisini mağdur edenlerin, bir zamanın mağdurları olması. Haliyle bana da bugün saat 17.30’da Türkiye’deki mültecilerin yaşadığı sorunları konuşmak üzere sözleştiğimiz Taner Kılıç’la Skype toplantısı yapmak yerine bu yazıyı yazmak düştü.
Şimdi geldiğimiz noktada bir kaç meseleyi açıklığa kavuşturmamızın zamanı geldi de çoktan geçiyor bile. Bunlardan ilki, cezaevinde tutuklu bulunan gazetecileri, işinden atılan insanları, tutuklanan hak savunucularını, yurtdışına çıkış yasaklarını, şirketlere ve belediyelere atanan kayyumları, milletvekilliği düşürülüp cezaevine gönderilen seçilmiş milletvekillerini, kapatılan dernekleri, dergileri, gazeteleri, yasaklanan toplantıları, grevleri, yaşanan çatışmaları, işkence ve kötü muamele vakalarını ve diğer bilumum rezaleti göz önüne aldığımızda, Reşat Nuri Güntekin’in ifadelerini kullanacak olursak “Nevi şahsına münhasır bir ziyankâr” zatın arkasında olduğu ifade edilen 15 Temmuz 2016 darbe girişimi sonrasında yaşananlarla, 28 Şubat 1997 sonrasında yaşananlar arasında ne fark kalmıştır?
Hele hele her seferinde AKP’nin ve AKP’li politikacıların 28 Şubat sürecine atıfta bulunup, kendileri “mağdurlaştırarak” oy toplamaya çalıştıklarını düşündüğümüzde bu soruya cevap vermek nasıl mümkündür? Daha da ötesi halihazırda Türkiye Cumhuriyeti’nin AKP’li Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın 28 Şubat sürecinde görevinden alındığını, üyesi olduğu siyasi partinin kapatıldığını, hapis cezası aldığını, cezaevine konulduğunu, kızlarının aynı süreçte Türkiye’deki üniversitelere gidemediğini ve kendisinin bizzat bunu sürekli hatırlattığını göz önüne aldığımızda, 28 Şubat’ın mağdur ettiği dürüst ve ilkeli bir insan hakları savunucusunun, bizzat 28 Şubat yöntemleriyle tekrar mağdur edilmesi karşısında söyleyecek bir şeyi yok mudur?
Şurası açıktı ki, 15 Temmuz 2016 darbe girişimi sonrasında ilan edilen OHAL rejimi, adil olmayan ve hakkaniyetle bağdaşmayacak bir biçimde onbinlerce insanı “sivil ölüme” mahkûm etmektedir. Bugün OHAL rejiminde uygulananlar 28 Şubat’ın uyguladığı yöntemleri de aşarak, Türkiye’nin her geçen gün daha fazla otokratik bir rejime dönüşmesine yol açmaktadır. Gelinen aşamada AKP’li politikacıların geriye dönük “mağduriyet” söylemlerinin ise kredi notu düşük Türkiye’den bir farkı kalmamıştır. Ancak bu bile AKP Hükümeti için yeni bir “mağduriyet” söyleminin kaynağını teşkil etmeye devam ediyor. Peki, aynada kendisiyle yüzleşmek yerine, “mağduru” oynamak AKP için nereye kadar devam edecektir? Velhasıl bu işin sonuna gelinmiştir. Yaşadıklarımız artık AKP’nin mağduriyetten failliğe geçişinin resmidir. Bu failliğin 28 Şubat’tan ve 15 Temmuz’dan tek farkı sivil görünümlü olmasıdır. (HA/HK)