Albert Einstein 2. Dünya Savaşı sırasında, insanların savaşın yarattığı korkunç ölümler ve yıkımlar karşısında sergiledikleri atalet, ahlaki ya da duygusal uyuşma hali karşısında yaşadığı şaşkınlık ve hayal kırıklığını şöyle ifade eder:
“Çoğu insan dünyanın gözleri ve kulakları önünde oynanmakta olan hortlaksı trajediyi yarı korku içinde, yarı kayıtsız izleyerek gündelik yaşamını sürdürüyor!” [1]
Oysa bu durum, imkansızın gerçekleşiyor olmasıdır. Çünkü savaş, Victor Adler’in dediği gibi:
“Uzun süren bir deliliktir ve savaş, her türlü içgüdüye, her türlü cinnete ardına kadar yer açar¹”.
Susan Sontag, bu cinnetin yol açtığı manzarayı, “Savaş yırtar, savaş parçalar. Savaş iç deşer, savaş bağırsakları söküp boşaltır, teni yakıp kavurur. Savaş organları bedenden koparır. Savaş yıkıp yok eder” [2] diye tanımlar.
İçinde bulunduğumuz süreçte böylesi görüntülerin ve her türlü şiddet gösterisinin algılarımızı parçalayacak şekilde beynimize, gözlerimize akıtıldığı “bitirilmeyecek kadar uzun bir delilik hali” olan “topyekûn savaş” anlayışı dünyaya hakim kılınıyor.
Dünya “yeni bir egemenlik savaşı” çağına girmiş bulunuyor. Bu çağda sermayenin çıkarlarının küreselleşmesinin önünde ulus devletin toprak temelli sınırları, ulusal sınırlar içindeki politik ve ekonomik tekeller, aşılması gereken en önemli engeller olarak görülüyor. “Toprak temelli egemenlikleri aşan küresel bir piyasanın içinde, ‘özneleşmeyen’ ulusal egemenliklerin (devletlerin) savaşla disiplin altına alınması” amaçlanıyor.
Marxist feminist akademisyen Silvia Federici’i süreci şöyle tanımlıyor; “Kapitalist yayılmacılığın bu yeni evresi, şirket egemenliğine dayalı sermaye mantığına tabi kılınmamış herhangi bir ulusal egemenliğin, ekonomik etkinliğin yok edilmesini gerektirdiği için, savaş (sürekli olarak) küresel gündeme oturuyor”. [3]
Bu süreçte ülkelere karşı yürütülen her türlü askeri müdahale, yaşanan çatışma ve iç savaş koşullarının sona erdirilmesi, çoğunlukla demokratik kurumları gerçekleştirmedeki yetersizlik ve/veya az gelişmişlik iddiaları ile o ülkedeki insan hak ve özgürlüklerini koruma, demokratik bir ortam tesis etme, gıda yardımı, insani yardım, mağdur kitleleri koruma gibi insani gerekçelere dayandırılıyor.
Tüm bu gerekçeler de müdahalede bulunanların ilgili ülke sınırları içerisinde kendi sürdürülebilir çıkarları için yeni yönetim biçimleri oluşturma, kendi yönetim ve denetiminde tampon bölgeler ve fiili erk alanları açma, stratejik çıkar ortaklıkları geliştirme, gözlem ve barış gücü adı altında kontrol merkezleri yerleştirme vb.) amacına hizmet ediyor. Zira bütün bu girişimlerde “Söz konusu olan, küresel düzeyde bir kontrol toplumunun zorlanması ve oluşturulması, tekil politik rejimlerin dünya düzenine bağlanmasının sağlanmasıdır. Söz konusu olan, kapitalist küreselleşme süreci ve bu süreci kendi risklerine ve krizlerine karşı korumaktır”.
Böylece günümüzde savaş, sadece bir cephede değil; bu herhangi bir an, herhangi bir yer ve herhangi bir koşulda, ortada bütün dünyanın olduğu topyekûn bir savaş şeklini alıyor.” [4]
Neden sonuç ilişkisinde bu savaşların bir unsuru olan, savaşın sürdüğü coğrafyalarda çatışma ve yıkıma neden olan, insan haklarını kitlesel ve sistematik olarak ihlal eden ve küresel çapta eylem yapma kapasitesi bulunan terör örgütlerinin, arkasındaki güçlerin kim olduğunun, finansal, siyasal ve askeri bağlantılarının ne olduğunun bir önemi olmuyor. Keza bunların ortaya çıkarılmasının ve yargılanmalarının da…
Yalandan duvarlarla gizlenen “hakikat”
Suriye’de, burnumuzun dibinde, ortada bütün dünyanın olduğu topyekûn bir savaş sürüyor. İnsanlar ve toplumlar, Einstein’ın dile getirmiş olduğu aynı kayıtsızlıkla gündelik yaşamını sürdürüyor. 2012 ‘de Hula’da ve 2013’te de Şam/Guta’da gerçekleşen katliamları andıracak şekilde bu kez İdlib’in güneyindeki Han Şeyhun’da onlarca insan feci şekilde öldürülüyor.
Bu korkunç olayın nasıl, ne zaman ve kim tarafından gerçekleştirildiği sorularına hala yanıt aranıyor. Hangi kimyasalın kullanıldığının ya da kullanılıp kullanılmadığının henüz belirlenemediği bu katliam ile ilgili, tıpkı geçmiş katliamlarda olduğu üzere, açığa çıkarılması gereken çok unsur ve soru ortada duruyor.
Winston Churchill’in yerinde saptamasıyla: “Savaş zamanı hakikat o kadar kıymetlidir ki, yalanlardan bir duvarla korunur”.
Bu kez, yalan duvarı aşılabilecek mi?
Han Şeyhun’da yaşananlara ilişkin sorulara açık ve kesin yanıtlar verilmesi için neden bağımsız bir soruşturma yürütülmüyor?
2013’te Guta vakası sonrası BM’ye bağlı Kimyasal Silahların Önlenmesi Örgütü (OPCW) ABD desteğiyle Suriye’nin kimyasal silahlarını temizlemiş ve rapor yayımlamış olduğu halde, bu kimyasal silahlar nereden ve kimden çıkıyor? [5]
El Kaide’nin elinde kimyasal silah olduğuna ilişkin BM uzmanlarının yaptığı açıklamanın gereği olarak neden bağımsız ve ayrıntılı bir araştırma yapılmıyor?
El Kaide’nin yaptığı iddia edilen Han El Ansel’e BM denetçilerinin girmesi neden engellenmiştir?
Bu soruların yanıtı verilmeden neden ABD hemen bir hava saldırısı gerçekleştiriyor?
İnsanların kimyasal silahla veya konvansiyonel silahla öldürülüyor olmaları etik açıdan aynı derecede şok edici ve vicdan yaralayıcı değil midir?
Bu ve benzer sorulara yanıt aranması yerine; “batılı ülkeler faciayı BM Güvenlik Konseyi’nde Suriye’ye müdahale gerekçesi kılmaya çalışıyor”.
Hula katliamı sonrasında yaşanan sürecin bir benzeri yineleniyor.
2012’de Hula katliamında kurbanların çoğunlukla devlet yanlısı kişiler olduğunun saptanmış olmasına; bölgede inceleme yapan BM gözlemcilerinin de herhangi bir tarafı suçlamak için yeterli kanıt olmadığı şeklinde beyan ve tespitleri olmasına; BM Genel Sekreter Yardımcısı Hervek Ladsous katliamından rejim güçlerinin sorumlu olduğuna dair kesin kanıt bulunmadığı yönündeki açıklamalarına karşın, ısrarla rejimin sorumlu olduğu iddia edilmişti. O zaman da; ortamın koşulları gereği, ‘her iddiaya şüphe ile yaklaşma ve objektif araştırma yapma kriterinin uygulanması’ ilkesi yok sayılmıştı.
Muhalif yanlısı Suriye İnsan Hakları Gözlemevinin tek taraflı beyanları yeterli kabul edilmişti. BM Güvenlik Konseyi toplantısı ve Kofi Annan’ın Şam ziyareti öncesi eş zamanlı olarak dehşet olayları yaygınlaş(tırıl)mış ve böylece Annan Planının bir an önce “öldü” ilan edilmesi için, olağanüstü çaba gösterilmişti. Suriyeli diplomatlar sınır dışı edilmiş; ABD’nin Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’ni devre dışı bırakarak, tek başına müdahale edebileceği yönünde baskıları artmış ve ardından Muhaliflerin örgütlediği Özgür Suriye Ordusu, Annan Planı ile bağlı olmadığını açıklamıştı. Bu ve benzeri organize çabalarla, Suriye’de askeri çözüm dışında herhangi bir siyasi çözüm olasılığının, barış olanağının bulunmadığı dünyaya dayatılmış, çatışmaların yoğunlaşarak sürdüğü bir süreç yaşanmıştı.
Bu süreç, savaşın bitme olasılığının, buna yönelik çabaların arttığı her dönemde, yeniden ve aynı şekilde hayata geçiriliyor.
Bu girişimlerin koordinatörü konumundaki ABD, İngiltere ve AB ülkelerinin desteğiyle sağlamayı amaçladığı ‘tek seslilik’ ile tüm dünyaya düzen vermeyi amaçlıyor; Suriye’de askeri müdahalenin tek seçenek olduğuna, bu seçeneği uygulama iradesinin tek sahibi bulunduğuna dair bir dayatmada bulunuyor.
Astana ve Cenevre görüşmelerinde oluşturulmaya çalışılan (böyle bir iradenin varlığının ciddiyeti sorgulanır olmakla birlikte) siyasi çözüm yerine, Suriye halkına, üzerlerine bomba yağdırarak yanında olma garantisi veriyor! Bu anlayışa alkış ve coşkuyla katılanlar, askeri eylemliliğe katılmayı dört gözle bekleyenlere karşı bizlerin ve dünya halkların sergilediği sessizlik de, sürekli bir “ahlaki iflas” halini almış bulunuyor.
Hatırlamak
Savaş tüm yıkıcılığıyla sürüyor; insanlar öldürülüyor, katliamlar, gerçekleştikleri coğrafyanın adını tanımlayan bir isimden ibaret kalıyor. Oysa “hatırlamak, etik bir edimdir” [6].
Hafıza da, olaylarla kuracağımız tek bağdır. Savaşın kendisine, yol açtığı kitlesel acılara karşı duyarlı olmak, bunlar üzerinde düşünmek, bunlardan ders çıkarmak ve bunları rasyonelleştirmeye yönelik çaba ve söylemleri irdeleyerek bunlara karşı, koşulların bilgisiyle davranış geliştirmek, kişisel ve toplumsal ahlaki iflastan kurulabilmenin tek yoludur.
Bu yolla ancak; soykırımları durdurma, savaş yasalarını ayaklar altına alıp çiğneyenleri adalet önüne çıkarma ve patlak vermesi muhtemel başka savaşlar için görüşmelere dayalı alternatiflerin denenmesi için baskı yaparak, bazı savaşları önleyebilme gücü gösterilebilir. Savaşa karşı direnmenin taraflardan birinin yanında yer almakla özdeşleştirilemeyeceği ortaya konulabilir. Savaşın mantığına, sivil toplum üzerine dayatılan panik rejimine direnmek için öncelikle küresel sermayeye ve onun dünya düzenine direnmek gerektiği kavranabilir. Ve kalıcı bir barış koşullarına olanak yaratılabilir.
“Kitle imha silahı var” yalanına dayanılarak işgal edilen Irak’ta öldürülenler, eski ABD Dışişleri Bakanı Colin Powell’ın bu yalandan dolayı özür dilediğini duymadılar!
Suriye’de öldürülenler de, sonradan ortaya çıkacak gerçeklerden dolayı özür dileyenleri duymayacaklar. Ölüler, arkalarından dilenen özürleri duymazlar. Onları duyacak olanlar bizleriz, yaşayanlar! Bizler, dünyanın her yerinde; savaş koşullarında bulunanların çektikleri acılarla, uzaktan görüntüler şeklinde izleme ayrıcalığı içinde, gerçekdışı bir bağ kuruyoruz. Bu bağ içinde düşsel bir yakınlık duyumsuyoruz. Bu yakınlık içinde geliştirdiğimiz sempatiye sığınarak, acılara yol açan gelişmelerde bir suç ortaklığımız bulunmadığı duygusu geliştiriyoruz. Bizim sahip olduğumuz ayrıcalıklarla, onların çektikleri acılar arasında bir ilişki bulunduğunu, bunların aynı haritada gerçekleşmekte olduğunu hiçbir şekilde düşünmüyoruz ve sorgulamıyoruz. Böylece taşımakta olduğumuz şefkat duyguları içinde, biz masumuz! Masumuz diye haykırıyoruz!
Ancak, Fatih Yaşlı’nın dile getirdiği üzere; “apolitik hümanizm en büyük alçaklıktır, çünkü insana ihanet vardır orada. İnsanı savunmak, hakikati savunmakla başlar. Hakikat ise politiktir⁷”.
Hakikati bilmek istiyoruz!
Hakikati örten her şeye “hayır” diyoruz. Savaşa hayır diyoruz! Suriye’den elinizi çekin! (NOB/HK)
Kaynakça
1- Peter L.Galison, Gerald Holton ve Silvan S. Schweber (Ed.) , 21. Yy İçin Einstein. Alfa, ‘İstanbul, 2013, s. 347 vd. Galison,makalesinde, kendisi de 1.Dünya Savaşı mağduru olan Avusturya İşçi Partisi lideri Victor Adler’in,1914 yılında Viyana’da savaş kapıda iken halka yapılan “şüpheli yabancıları takip edin.” Çağrısı üzerine, hükümetinRus sürgünlerle ilgili tutumunu öğrenmek üzere siyasi polis şefine giderken yol boyunca yaklaşan şavaşı şenliklerle karşılayan kalabalıkları izlediğini ve bu sözleri söylediğini aktarmaktadır. Psikaytr ve sosyal politikacı olan Victor Adler, Einstein’ın yakın arkadaşı ünlü fizikçi ve politikacı Friedrich Adler’in babasıdır.
2 -Susan Sontag, Başkalarının Acısına Bakmak, Agora ,2004,İstanbul,s.6,Arka kapak yazısı.
3- S.Federici; “Savaş, Küreselleşme ve Yeniden Üretim”, Conatus Çeviri Dergisi, Otonom Yay .,Yıl 1 Sayı 2.s.115,2004,İstanbul
4- T.Atzert;J.Müller, “Sürekli Savaş”,Conatus Çeviri Dergisi, Otonom, Yıl 1, Sayı 2, s.132, 2004, İstanbul.
5- Ceyda Karan. “İdlip te Yanıt Bekleyen Sorular”,
6- kz.Dip not 2, aynı yerde, s.115
7- Aktaran, C.Karan , bkz. Dipnot 5.