Zumer suresi 39/68 ayet diyor ki; “Sur’a üflenince, Allâh’ın diledikleri müstesnâ olmak üzere, göklerde ve yerde kim varsa hepsi düşüp ölmüş olacaktır. Sonra ona bir daha üflenince, hemen ayağa kalkıp bakakalacaklardır.”
Cebrail, Azrail, Mikail ve İsrafil her biri ayrı işlerle görevlendirilmiş “nar’dan değil, nur’dan” yaratılmış dört melektir. Bu dört melekten İsrafil’in görevidir Kıyamet günü Sur düdüğünü üflemek, hem de iki kez…
Kur’an’a göre mevzu tam da budur.
Şimdi Müslümanlığın kutsal metinlerden zamana ve mekâna dönersek… Diyarbekir Suriçi resmen 2 Aralık 2015 dense de aslında Ağustos 2015 tarihinden bu yana nerdeyse bir yıldır hendekli-barikatlı ve sokağa çıkma yasaklı bir felaketler dönemini yaşıyor.
Tabi kamuoyuna yansıyan haliyle biz isterseniz 2 Aralık 2015 tarihini baz alalım. 10 Mart 2016 tarihine kadar 108 gün kesintisiz olarak Suriçi’nin altı mahallesinde hendek ve barikatlar gerekçe gösterilerek devlet tarafından sokağa çıkma yasaklı hâl ilan edildi.
Çok ama çok ağır silahlar, tank ve top atışlarıyla şehir fiili bir savaş hâli yaşadı. Sonra devletin en tepesindekilerin kente sökün edip kimi vaatlerde bulunmasıyla sokağa çıkma yasağının sona erdirildiği ama bölgenin bir süre daha insanların giriş çıkışına kapalı olacağı duyuruldu. 2016 Mart başı olan o günden bu yana beş ay geçmesine rağmen hâla o yasaklı mahallelere girilemiyor ve hâla o mahallelerde yıkım devam ediyor.
UNESCO’nun 10-20 Temmuz 2016 tarihleri arası itibariyle hâla devam eden İstanbul’daki toplantısında; UNESCO’nun 27 Haziran 2016 Fransa’da yaptığı hazırlık toplantısında Sur’la ilgili bir karar taslağı hazırlamış olduğunu öğreniyoruz (basından). Hazırlanan karar taslağından UNESCO’nun 15 Aralık 2015, 17 Aralık 2015, 6 Nisan 2016 ve 27 Nisan 2016 tarihlerinde Türkiye Kültür Bakanlığı’ndan bilgi istediğini öğreniyoruz (basından).
Türkiye Kültür ve Turizm Bakanlığı 11 Mayıs 2016 tarihinde UNESCO’nun bu dört mektubuna toplu yanıt veriyor. Kültür Bakanlığı cevabi yazısında; “Diyarbakır Kalesi, Hevsel Bahçeleri ve İçkale’de ciddi tahribat yok. Burç ve Surlardaki tahribatlar doğal ve çevresel faktörlerden kaynaklıdır…” diyor.
Peki, karşılığında hazırladığı Karar Taslağı Raporunda UNESCO ne diyor:
“(Sur’daki) Duruma ilişkin raporlara göre son aylarda varlık ve tampon bölgesi yaygın saldırı ve akabinde güvenlik operasyonlarına maruz kaldı. Diyarbakır’daki güvenlik durumu, mirasın korunması konusunda zorluklar içermeye devam ediyor. Bu zorluklara rağmen küçük çapta koruma girişimleri ile bazı ilerlemeler sağlanabildi. Devlet tarafının, varlığın üstün evrensel değeri, özgünlüğü ve bütünlüğünün devam ettirilmesine ilişkin çabaları dikkate alındı.”
Diyarbakır Surları / Suriçi / Hevsel Bahçeleri’nin UNESCO tarafından dünya tarihi ve Kültürel Miras listesine dâhil edilinceye kadar ki süreci bağdaşığı sivil toplum örgütleri ile birlikte aktif olarak yürüten Diyarbakır Büyükşehir Belediyesi’nin hiçbir raporunun ve yazısının UNESCO tarafından dikkate alınmaması sizce de garip değil mi? Hatta dört defa Kültür Bakanlığı’na yazı yazan UNESCO’nun bir kez bile kente gelip muhatapları ile görüşme gereğini duymaması daha da garip değil mi?
Bu sebeple isterseniz bir de bir başka taraf Diyarbakır Büyükşehir Belediyesi Eş Başkanı Gültan Kışanak’a kulak verelim. “Suriçi’nde 2000 konuta tekabül eden 832 bina tamamen yıkıldı. 257 bina ağır hasarlı. Operasyonlar 10 Mart 2016 tarihinde bitirilmesine rağmen yıkım hâla devam ediyor. Suriçi’nde ayırımsız olarak yaşayan 55 bin insan bu durumdan üst düzeyde etkileniyor.”
Bununla da yetinmeyip, bu durumun “Bir toplu(msal) cezalandırma” olduğunu ekliyor. (Basından)…
Şimdi bütün bu verili durum ışığında bir kez daha bakarsak İsrafil’in gücünü kullanan muktedir Suriçi’ne doğru İsrafil’in düdüğünün yönünü doğrultarak üfledi. Mekânlar ve insanlar yok oldu. Ölen öldü / öldürüldü. Mekânlar ya yok edilip düz arsaya döndürüldü. Ya da artık kullanılamayacak hale getirildi. Sur sakinleri kendi yurdunda sürgünlüğü yaşadı.
Bütün bunlar devletin muktedir gücünü kullananlarca yapılırken, duruma kelimenin tam anlamıyla sivil toplumcu olmaları babından tepki göstermesi gerekenler sessiz / suskun kaldılar. Kimileri de sadece devletin siyasal kurumlarının dilinden, kaleminden dökülenlere inandılar.
Kuran’a göre İsrafil düdüğünü iki kez üflermiş. İkincisinde insanların ve mekânların yeniden ruh / varlık bulması içinmiş. İki düdük arasında geçen süre de “sahabi”lerin yorumuna göre kırk yıl’mış. Bu eski çağlara göre bir bekleme süresi! Modern zamanlarda, zaman dediğimiz artık ışık hızıyla yarışıyor. Kırk yıl değil, kırk gün beklemeye tahammül yok.
Bu yalan dolan ve bilgi kirliliği sürecinde Sur için sivil sese, nefese ve dahi Sur sakinlerinin insani ve haklı taleplerinden yana üflenecek İsrafil düdüğüne ihtiyaç var… (ŞD/EKN)