Hayatımda ilk defa "Devlet Su İşleri Genel Müdürlüğü"nün internet sayfasına bakma ihtiyacını duydum. Baraj resminin tam da üstünde "Su hayattır..." mesajıyla sanki alay ederek karşılıyor ziyaretçilerini. 2009 yılının Ağustos ayında Dersim bölgesinde şahit olduğum görüntüler başka bir gerçeği anlatıyordu oysaki. Cam gibi parlayan durgun bir su, önüne çıkan her şeyi adım adım kesip alt etmeye programlanmıştı adeta. Ağaçlar diri diri boğulmaya mahkum ediliyor, her yer telaş ve göç kokuyordu. Yerlerinden sökülüp kaldırılan ve sular altında kalan mezarlar, su onlara da ulaştıkça keskin bir ölüm ve kan kokusu salıyordu etrafa.
Dersim bölgesine giriş noktasındaki kontrolde "kendi güvenliğiniz için ve olur ki kaybolursanız izinizi sürebilmek için" yabancı uyrukluların bilgilerini almak üzere bizi arabamızdan aşağı indiren ve Amerikan İngilizcesiyle karşılayan jandarma eri, aslında bizim Dersim'e girer girmez kaybolacağımızı anlayamamıştı bile. Çünkü Dersim, o görmeye alıştığımız Munzur nehri ile ağaçları ve su kenarlarındaki çay bahçeleri ile bildiğimiz ve tanıdığımız Dersim değildi artık. Haritadan silinmek üzere, programlı bir suyun katliamına uğramıştı bu kez de.
Su, 2009'un 17 Ağustos'unda "tutulmaya başlanmış"tı. Önce akışı engellenmiş, sonra kendi içinde boğmaya çalışılarak işkence edilmişti. Çılgına dönen bir yılan gibi sağa sola saldırarak bırakmıştı artık kendisini su. Yıllardır konuşulan bir "barajlar" konusu vardı ama neydi? Buydu işte! Tapındığımız doğanın kendisi kullanılarak, suyun anlamı değiştirilip, hayat verir bir konumdayken bir katile dönüştürülerek zekice planlanıp yapılan bütün bunlardı işte. Peki, bugün yaşadıklarımızın planları yıllar önce yapılırken biz neredeydik? Ben neredeydim? Devlet Su İşleri Genel Müdürlüğü'nün internet sayfasındaki bilgileri dikkatle inceliyor, anlamaya çalışırken kalbimin sabırsız atışlarını duyuyordum: "Sıra no: 1, Baraj ve HES adı: Uzun Cayır Barajı ve HES, Barajın yeri: Tunceli-Merkez, Akarsu: Munzur Suyu, Amacı: Enerji, İnşaatın başlama-bitiş yılı: 1994 - ".
1994. Hayatımın dördüncü göçünü yaşıyordum. O senenin Ağustos ayında Dersim'deydim. Arabayla 15 dakikalık bir yolda üç kontrol noktası olduğunu hatırlıyorum. Kontrollerde askerlerin köye götürmek için aldığımız çayı, şekeri ve unu ellerinde veresiye defteri gibi dikkatle tuttukları not defterine kaydettiklerini hatırlıyorum. Kimlik kontrollerini, çatışma haberlerini, geceleri korkuyla yatan köylüleri hatırlıyorum. Ve bir kere daha ne kadar değiştiğimi. Acı ve korkuyla büyütüldüğümü ve artık bunların hayatımın bir parçası olduğunu kabul etmekte zorlandığımı hatırlıyorum. Beş senelik bir İsveçli olmuştum ve "insan isterse her şey olur" tezini inatla savunuyor ama bu tezin yanı sıra emeğe olan bağlılığımdan da vazgeçmiyordum. 17 yaşımda memleketimi yeniden keşfediyordum. Ölümlerin ve yaşamların doğal bir parçası olan bu topraklarda bir gün bir cenaze törenine ve o günün aynı akşamı da bir sünnet düğününe gitmek, su içmek kadar doğal ve masumdu. Çatışmaların içinden geçiyor, içinde oldukça alışıyor ve bu memleketi terk eder etmez dışarıdan tekrar ve yeniden başka gözlerle değerlendirip "sonradan akıllı" olabiliyordum.
Meğer bunlar yaşanırken, gazetedeki ölüm haberleri çoğalırken, biz korkarken, yaz sıcağında minibüste kontrol noktalarında bekletildiğimiz için şikayet ederken, kitaplar hala yasakken, biz yaz tatilinde çatışmaların ortasına düşerken, dedemin gözleri bağlı götürülüşünü izlerken, ismimden dolayı kontrol noktalarında dışarıya çağırılıp "baban nerede?" sorularına cevap verirken, faili meçhul cinayetler işlenirken, şehirde bir düğün enflasyonu yaşanırken, kızlar kuaförden asık suratlarla ayrılırken, memleketle hasret giderirken "herkese çok sarıldığımız" için biz eleştiri alırken, su kenarında oturup doğayı dinlerken, çay içerken, kahve içerken, fal bakarken, şıpsevdi sakızlarından çıkan sevgi tariflerini okurken, beş sene sonra tekrar gördüğüm çocukluk arkadaşım bana, ben de bir başkasına aşık olurken, Munzur'u yok etme planları yapılıyormuş
Canım acıyor. Çektiği acıdan dolayı acımasızca etrafındaki bütün her şeyi boğup geçen ve uzaktan koskoca bir yılan gibi gözüken su, benim içimi de sökerek ve kanatarak geçiyor. 2009 yılının Ağustos ayından beri kendime bu soruyu soruyorum hep: ne kadar canı acımalı ki bir insanın, direnme gücünü bulsun kendinde? Daha ne kadar canımız acımalı, dur demek için?
"Dersim 38"i yaşamayan bizler bile, bütün hayatımız boyunca bir "38-travması" ile büyüdük. Dedelerimiz, nenelerimiz ve annelerimiz yaşamadığımız bir tarihi anlatarak devretti bize. Neden bu kadar sessiz konuşuyorduk? Geceleri elektrikler gidince dedem yaşadıklarını anlatmaya başlardı hemen. Nenemin, küçük çocuğu var diye, ağlarsa diğerlerini de tehlikeye atmamak için gruptan ayrılıp ormanda nasıl tek başına saklandığını anlatır ve kırmanciye kelimelerini gecenin karanlığında saklardı. Karanlığın içinde saklı kelimelerden öğrenmiştim anadilimi. Korku ruhumuza o kadar işlemişti ki büyüklerimizden bize bir miras gibi kalmıştı adeta. Sesimizi duyuramıyorduk bir türlü. Ne kadar canımız acımalıydı sesimizi yükseltmemiz için?
"Tunceli merkezindeki insanlar barajın gelmesiyle bir travma yaşıyor" diyordu gazeteci arkadaşım. "Tunceli artık bitti" diyenler moralimi bozuyorlardı. Planlanan diğer barajları durduralım ama diyordum ben de fısıldayarak...
Ovacık Vadisi'nden yıllar sonra yeniden geçerken hayatımda bıraktığı izleri ve yerini şimdi bu vadiyi de kaybetme korkusunu hissederek anlıyordum. Burası çocukluğumun masallar diyarıydı. O vadiden her geçtiğimizde anlatılan Munzur Baba hikayeleri ve 1938, biz şimdi buralardan tekrar geçip izlerimizi bırakırken, yarım kalan ağıtlar gibi kulağımda yeniden çınlıyordu. Bu vadinin yok olma ihtimaline saflıkla inanamayarak, bütün yol boyunca karşıma çıkan her virajda aynı soruyu sormaya devam ediyordum: buralar da kalacak mı sular altında?? Sorularımdan bıkan yanımdaki "bu vadi bitecek, anla!" diye bağırınca, bu vadinin biteceğini anlamak ve kabul etmek istemediğimi anladım. Ağır bir sessizlik vardı biz Ovacık vadisinden geçerken. Suların sesini dinlerken, yardım çığlıklarını duyuyordum. Boğulmakta olanlarla birlikte geçmişimiz ve geleceğimiz de boğuluyordu sanki.
Topluca görüyorduk ve anlamıyorduk bir şeyleri. Barajların ilk kurbanlarından Türüşmek Köyü'ndeki o güzelim meşeler, çam ve dut ağaçları tek tek gözlerimizin önünde kesilirken biz hala anlamıyorduk. En kötüsü de alışmak olsa gerek diyordum kendi kendime ve bütün bunlara alışmamak için söz veriyordum. Unutmak istemiyordum hiçbir şeyi. İnsanlar bir gün Munzur Nehri'nin yerini alan cam gibi soğuk, acımasız ve ölü suları da görmeye alışacaklar mıydı? Ve bu alışkanlıklarla çocuklarını büyütüp onlara da mı tarihsel bir travma devredeceklerdi?
Dersim'e baraj yapmak oraya yatırım yapmak değil, tam tersine orayı bitirmek demektir. Ve Dersim'i de Dersim yapan bu doğa biterse orada bir hayat biter. Bunu anlayabilir miyiz?
Vadinin içinden büyük bir aşk ve sevgiyle geçerken "en azından Ovacık vadisini kurtaralım!" diyordu yanıbaşımdaki sesler. Bir soru da bilmece edasıyla bana yöneltiliyordu: sence bu su biliyor mudur onu şehir merkezinde neyin beklediğini? Ve biliyorsa eğer nasıl bu kadar güçlü ve kendinden emin akmaya devam ediyor?
Çünkü o hala direniyor. Çünkü o, ihanetten uzak bir su. Çünkü o unutmuyor. Ve inatla soruyorum: daha ne kadar canımız acımalı, bu yapılanlara artık dur demek için? (HŞ/EÜ)