Güzeli tüm mahremiyetiyle özgürlüğe teslim etme mücadelesi olan sanat, tarihini bilemediğimiz günlerden bugüne kadar varlığını korumuş, kendisini yok etmek isteyenlere karşı savaşmaktan asla çekinmemiş ve bu savaşta her daim galip gelmiştir. Bu estetize edilmiş savaş, çoğu zaman insanlığa ayna tutarak insanlığın kendisini sorgulamasını sağlamıştır. Kuşkusuz, bu savaşın korkusuz savaşçıları oldukça fazladır. İsveçli oyun yazarı, ressam, romancı August Strindberg de oldukça fazla diye tabir ettiğimiz savaşçıların en güçlülerinden…
Güçlü savaşçı Strindberg, oyunlarında yarattığı kişiler ve kişiler arasındaki ilişkiler ışığında sorguladığı temalarla bugün de kendimizi ve insan ilişkilerini bir kez daha süzgeçten geçirmemizi istemiş gibidir.
Strindberg’in 1885 senesinde kaleme aldığı Baba oyununda, Yüzbaşı ile karısı Laura arasındaki ilişki aynı zamanda dönemin kadın-erkek algısını da resmediyor. Bu, kadın ve erkeği sadece evlilik kurumu içinde ele alan bir resim değil aynı zamanda yazarın kadın algısını, dönemin anlayışını da gördüğümüz bir resim. Oyun, Yüzbaşı ve Laura çiftinin çocukları Bertha’nın hayatına müdahil olma savaşı ekseninde ilerliyor ve bu savaştan Laura galip geliyor. Yüzbaşı’ya göre kadının çocuk üzerinde herhangi bir hakkı yok. Kadın, doğumla kazandığı hakkını yasalara uygun bir sözleşmeye satar ve bütün haklarından vazgeçer. Buna karşılık koca, kadına ve çocuklara bakar. Bunlar tam da Yüzbaşı’nın, dönemin ve hatta dönemimiz erkek anlayışının sözleri değil mi diye sorgulamadan edemiyor insan… Peki Laura, hakkını nasıl kazanıyor? Hayatta odaklandığımız nokta sadece kazanmak mı? Kazanmak için tercih ettiğimiz yolun kıymetini ne derece sorguluyoruz? İşte Strindberg, bizi bu ve buna benzer sorularla baş başa bırakarak okurun kendisiyle savaşını tam da böyle bir sorgulamayla yaratıyor. Laura, Bertha üzerinde hak sahibi olabilmek için her şeyi göze alıyor ve kocası Yüzbaşı’ya deli gömleğini giydirerek onu saf dışı bırakıyor. Bir nevi onu savaştan men etme yolunu seçiyor. Başarılı da oluyor. Laura’nın başarısı aklıma Victoria Dönemi’nde erkeklerin itaatkarsızlık gösterdiği gerekçesiyle eşlerine giydirdiği deli gömleğini getirse de durumu başka bir yerden de sorgulamak gerekiyor sanırım. Laura’nın dönemin erkek algısına karşı böyle bir yol seçerek çocuğu üzerinde hak sahibi olması, kadına karşı eleştirdiğim ve karşısında durduğum bu cani tutumun yanlışlığının cinsiyetsiz sorgulanmasını gerektiriyor. Bu gereklilikte de sözü bell hooks alıp “feminizm herkes içindir” diyor. Yüzbaşı, iyi ya da kötü olmasının Laura’nın çıkarına olup olmadığı sorgularken aslında yanıtını çok iyi bildiği bir soru yöneltiyor. Ne yazık ki Yüzbaşı’nın akıl hastası olması Laura’nın çıkarına olan bir durum. Kazanmak için seçtiğimiz yolun önemini sorgularken kapının insan ilişkilerindeki çıkara açılması da hayatta durmadan karşımıza çıkıyor. Bu çıkar, insanın hayata ve kişilere olan güvenini ve daha da önemlisi kendisine olan özgüvenini yok ediyor.
Strindberg, Matmazel Julie oyununda daha farklı bir manzarayla karşı karşıya bırakıyor bizi. Tıpkı Çehov’da rastladığımız gibi mekân daraldıkça kişilerin iç dünyası geniş bir halka oluşturmaya başlıyor. Bu halka Baba’da olduğu gibi bizi de içine alarak bir sorgu dünyasıyla daha baş başa bırakıyor. Oyunda, eksen kişiler Julie ve uşak Jean arasındaki hikâyeye tanıklık ediyoruz. Daha iyi şartlarda yaşamak, yukarı tırmanmak, Julie ile yaşadığı ilişkiyi kullanmak isteyen Jean’in hedefleri arasında… Birlikte oldukları gecenin sonunda Julie’nin babası Kont dönmeden önce geleceklerini kararlaşmak istediğini söyleyen Jean, aslında Julie’yi düşünceleri ve daha da önemlisi çıkarları doğrultusunda yönlendirmek istiyor. Jean, hayallerini gerçekleştirmek için ihtiyacı olan sermayeyi Julie’den tahsis edebileceğini düşünürken Julie’nin kendi adına hiç parası olmadığını öğrenince aralarında kıyıcı bir savaş başlıyor. Jean, hedefe giden yolda karşı tarafı aldatma yoluna gidiyor ve amacına ulaşmak için uydurma hikâyelerle kendisini farklı bir kimlik olarak tanıtıyor. Julie’nin parası olmadığını öğrendiği zamansa onu, içinde doğduğu sınıfın dışına çıkmak için kullandığını açıkça söylemekte bir sakınca görmüyor. Ne de olsa artık Julie’den sağlayabileceği bir çıkar yok... Olaya Julie’nin penceresinden baktığımızda ise durum çok farklı. Julie, Jean’in dünyasını anlayıp yorumlama ve o dünyayla çarpışma yetisine sahip değil. Julie’nin annesi dönemin kadın hareketinden etkilenmiş, yaptığı evlilikle kendisini ve evini yakmaya kadar giden bir bunalımın içine düşen bir kadın. Evliliğe karşıyken kendisini bir kontun karısı olarak bulan bu kadın, çocuk sahibi olma fikrinde değilken de Matmazel Julie’yi dünyaya getiriyor. Yaşadığı ikilemlerin sonucunda hastalanan kadın, Kont olaylara müdahale etmeye çalışınca evini yakıyor. Burada önemli bir diğer nokta ise, Julie’nin annesinin yasak aşkı… Çocukluğu, annesinin babası üzerindeki üstünlük savaşıyla geçen Julie, kendisini feminizmle alakası olmayan erkeklerden nefret etme durumunda buluyor ne yazık ki. Bu durumun içinde yatan bir diğer nokta ise Julie’nin, çocukluğunda annesine hiçbir erkeğin kölesi olmayacağına dair verdiği söz… Julie, çocukluğun arkasında kaldığı günlerde kişiliğinden kabahat olarak söz ederken bu kabahatin kime ait olduğunu bilmemenin soru işaretleriyle yaşıyor. Julie, kendisine ait hiçbir şeyin olmadığını söylerken belki de kendisine ait bir suç işlemek için Jean ile birlikte oluyor. Hayatta en azından kendine ait bir suçu olsun isteyen Julie, bu suçla hem annesine verdiği sözün hem de babasının sağladığı koşulların yükünden sıyrılıyor. İşte Julie’nin kendisiyle olan savaşı tam da burada başlıyor. Kendi kişiliğinin oluşumundaki kabahatleri üstlenemeyen Julie, üstlendiği suçun altında eziliyor. Kendisini intihara götürecek süreçte oyun kişilerinden aşçı Kristin gibi günahları İsa’nın üzerine yıkmak yerine bedel ödemeyi tercih ediyor. Bu bedelle Julie’nin hayatında ilk defa kendisine ait bir şey oluyor: suç. Bu noktada, çıkarları boşa çıkan Jean içinse gerçeklerin örtbas edilmesinden başka bir şey kalmıyor çünkü Julie intiharıyla sadece kendisini değil, Jean’ın ulaşacağı dalı da yanında götürüyor. Bu sonla Strindberg sanki kendisiyle aynı coğrafyada yaşamış yazar Selma Lagerlöf’un “Ölüm eşiğini herkes yalnız yaşar” sözünün aksini anlatmaya çalışıyormuşuza benziyor. Çünkü Julie giderken yanında Jean’e ait çıkarları da götürüyor. Peki hayatta da böyle değil mi? Ölümle birlikte giden, geride kalanlardan da pek çok şey götürür. Kalanlar için hayat eksik de olsa akmaya devam eder. Tıpkı Özdemir Asaf’ın dediği gibi, “Ölümle sona yeren yaşamın kendisidir, anlamı değil.”
Strindberg’in Baba ve Matmazel Julie oyunlarındaki kişiler hayattan geçip gitseler de kişiler arasındaki ilişkiler hâlâ varlığını koruyor. Yani, bu ilişkinin tarafları Jean ve Julie dünyadan yok olup gitseler de dünyaya kalan ve her zaman kalacak olan çıkar ilişkisinin başka hayatlarda can bulması olacaktır. Bilmem kaç yüz yıl önce kaleme alınmış bu iki eserin günümüze kadar pek çok kez uyarlanması ve çeşitli araştırmaların odağına yerleşmesi söz konusu olunca da sözü Ernst Fischer alıp sanatın gerekliliğini vurguluyor.
Jeanler ve Lauralar çıkarlarına ulaşmak için karşı tarafı delirtmekten kaçınmazken Julieler ve Yüzbaşılar, farklı eksenlerde de olsa, bu savaşın mağlubu oluyorlar. Laura’nın Yüzbaşı’ya giydirdiği deli gömleğini gün geliyor toplum Tezer Özlü’ye giydiriyor. Jean’in Julie’yi sürüklediği sona gün geliyor lisede öğretmeni tarafından tecavüze uğrayıp intihar eden öğrenci sürükleniyor. Strindberg, sanat serüveninde sadece güzeli özgürlüğe teslim etmekle kalmıyor aynı zamanda elimize bir ayna tutuşturarak “Al bir de buradan bak” diye fısıldıyor kulağımıza. (GA/EA)