Fotoğraf: Anadolu Ajansı
Dünyada savaşlar çoğaldı. Uygarlıklar savaşa karşı çıkmak yerine öldürmenin hazzını hiç utanmadan çıkarları için sürdürmeyi medeniyet sanıyor…
Uygarlıklar insanları öldürerek cesetlerle birlikte batıyor, yüzyılın utancı yaşam biçimine dönüşüyor…
Ölüleri sayarak, işkencede kaç insan öldürüldüğünün istatistikleri üzerinden insan haklarını savunarak politika yapmak, insanlara böylece eziyet ve yeniden işkence ederek iktidar olmak ve savaşları kutsayarak kaçıncı yılda olduğumuzu hatırlatmak insan vicdanının kanayan yarasıdır.
Kimin umurunda? İnsanları zorla yerinden ederek uygarlıkların battığı yüzyılın acıları daha dün yaşanmamış gibi tekrarlanıyor.
Birleşmiş Milletler, birleşmemiş devletlerin eylemlerini sayıyor…
Zorla yer değiştirenlerin, değiştirmek zorunda kalanların, zorla yerinden edilenlerin şiddet, çatışmada ve işkenceden kaçanların sayısı sadece 2014 yılında 59.5 milyona ulaşmışsa, diğer komşu ülkelere göç edenlerin en fazla geçiş yaptığı ülke olarak Türkiye’de 1.59 milyona varmışsa, Suriyeli mültecilerin sayısı ülkemizde 4 milyonu aşmışsa….
Egemen kapitalist devletler kendi aralarındaki paylaşım savaşının adını “Medeniyetler Çatışması” olarak koydu. Böylece 1993 yılından günümüze kadar savaş yanlısı küresel iktidarların egemenliklerine terkedilen coğrafyalar üzerinde siyasal şiddetin, çatışmaların ve savaşın adı değiştirildi. Artık küresel düzeni tehdit eden her şey “terör”, herkes terörist… Herkesin layık görüldüğü düşman ceza hukuku anlayışını yedeğine alarak başta ABD olmak üzere “teröre karşı savaş” devletler için savaşın ve savaşmanın sınırlarını belli olmayan zaman ve mekanlara taşınmasıyla yeni çatışmalar ve savaşların yolu açıldı.
Bu devletler yeni sömürge politikaları ürettiler ki; teröre karşı savaş sürsün. Diğer ülkelerin doğal kaynaklarını, insanlarını, dünyanın zenginliklerini kendi hırsları, kazançları ve emperyalist emelleri için türlü çeşitli oyunlarla sömürdüler. Bu ülkelerin zenginliklerini kazanç hanelerine geçirirlerken sömürülen ülkelerin insanlarını aç bıraktılar, öldürdüler ve kendi ülkelerinin sınırlarında sürünerek yaşamaya mahkûm ettiler, sınırlarını kapattılar. Bu insanlar sınır kapılarında öldükleri zaman kapılarını açacaklardır. Yeni düzenin refahları onların ölümleri ve savaşlarda kaybettikleri kanları, canları üzerine kuruludur.
Onlar bir naylon torbaya sığdırdıkları yaşamları, çocukları, anneleri, babaları, kardeşleriyle sadece iyi bir hayat için sınırları geçmeye çalışıyorlar. Yüzyılımızda duvarlar onlar için örülüyor. Onlar sınırları geçmesinler diye vur emri verilen askerlerle yüz yüze bırakılmışlar.
Sormazlar mı çocuklar annelerine…
“Tırmanan bir soru bakışlarına: öpmek için eğildikleri topraktan, birbirini çiğneyen kalabalığından eşyaların, kuruyan dudaklardan, terin ve bekleyişin buğusundan,
Bana öyle demedin mi
Sınırı geçince ne korku ne gözyaşı
Bana öyle demedin mi
Yalnız gerekli olanı alırız yanımıza
Bana öyle demedin mi, geçince sınırı
Üzülüp durmayacak artık yüreğin
Neden hala üzülüyorum
Sınırı geçmedik mi anne?”
Bu bir şiirin sonu ve Kemal Özer adını koymuş: “Yanıtsız” …
Yanıt, tehlikelerden, çatışmalardan ve savaşlardan arınmış bir dünya için barış istemeliyiz. Korkularından, savaş tehdidinden kurtulmuş insanların kendi topraklarında yaşamak ve kendi topraklarında toprak olmak hakkıdır. Savaş hiçbir ulusun kaderi değildir.
Her türlü sömürü, savaş ve çatışma ortamını yaratacak politikalara karşı olmak insan olmanın görev ve sorumluluğudur, çünkü korunması gereken barış hakkı için insan ve insanlık onurudur.
Birleşmiş Milletler Genel Kurul’u; “Gezegenimizde yaşayan halkların kutsal barış hakları bulunduğunu” ve “halkların barış hakkını korumanın ve bu hakkın uygulanmasını sağlamanın” her Devlet için temel bir yükümlülük oluşturduğunu beyan ve ilan etmiştir. Savaşsız bir dünya; Birleşmiş Milletler tarafından ilan edilen insan haklarının ve temel özgürlüklerin uygulanması için önkoşuldur. (Halkların Barış Hakkı Bildirisi. 12.11.1984)
Barışı savunmak önce insanların akıllarında inşa edilmelidir. Her şey, herkes enkaza dönmeden, savaşlar ve çatışmalar son bulmalıdır. Sadece devletler savaşlar yüzünden topraklarını terk etmek zorunda bıraktıkları insanlardan sorumlu değildir, hepimizin payına düşen bir utancımız vardır.
Mültecilerle ilgili politik demeçleri sınır kapılarında gazla boğulan, üzerlerine ateş açılan, botlarda yaşam mücadelesi veren sınır boyu insanları duymuyor. Yaşamları üzerinden yapılan pazarlıkları işitmiyor, işitemiyor.
Sınırlar açılıyor, sınırlar kapatılıyor.
İnsanlar göçleriyle ve tel boylarındaki sürgün yaşamlarıyla üçüncü bir dünya yarattılar.
Tel örgüler önünde, nehir kıyılarında, deniz kenarlarında sadece sınır kapılarının açılması umuduyla, anneler, kardeşler, çocuklar, yaşlı, genç, işsiz, aşsız, susuzlar sınır boylarında… Sadece adları, dilleri, türküleri ve yanlarına alabildikleri ne varsa onlarla tutunuyorlar iki sınır arasındaki topraklarda… Geçmiş hayatlarından yanlarına alamadıkları ne varsa geride bıraktıkları evlerinde, topraklarında kalmış…
Açılan sınırlar üzerlerine kapatılıyor, kapatılan sınır kapıları açılmıyor.
Nehirlerde, denizlerde ölümler ve sanki istatistiklerden ibaret hayatları olsun diye doğmuşlar ve öldüklerinde insan sayılıyorlar. Emrediliyor; sınırı geçerlerse vurun! Hayatları sınır kapılarının açılmasına ve kapanmasına bağlanmış olan insanların dramları, çileleri azalmıyor, artıyor. Onlar her şeyi göze almışlar, insanlık trajedisinin tarihini yazıyorlar.
Her şey herkesin gözü önünde oluyor. Bugün; sesimiz, çığlığımız, duygularımız, inandıklarımız ve yaşanmışlar karşısında bir sözümüz olmalıdır.
Ülkelerin sınır boylarında yaşam savaşı veren göçmenlerin, savaştan kaçanların, savaş içinde bırakılanların, açlığın koynunda kalanların, terör yüzünden yaşamlarını yitirenlerin, savaşta ölenlerin, mültecilerin kaderi; acıları, gözyaşları, isyanı ve ölümleri hiç değildir.
Sözümüz her yerde her zaman barıştır, savaş değildir. (Fİ/RT)