AYŞEGÜL DEVECİOĞLU'DAN
Son Kavşakta
12 Eylül'de süresiz ve dönüşümsüz açlık grevine başlayan ve sayıları bine yaklaşan tutuklu ve hükümlü, "ölüm sınırı" denilen kavşağa yaklaşırken, grevcilerin kötüleşen sağlık durumları ve uğruna hayatlarını ortaya koydukları talepler, uzun sessizliğin ardından yazılmaya ve konuşulmaya başladı.
Cezaevi koşulları nedeniyle yapılan açlık grevlerine alışkın olan Türkiye'de, bundan önceki açlık grevlerinin ve grevcilere yönelik insanlık dışı müdahalelerin korkunç anıları toplumsal hafızada tazeleniyor. Birçok kişi elli güne yaklaşan bir açlık grevinin insan vücuduna neler yaptığına ilişkin açıklamaları dinliyor, okuyor, ancak yaşananı hayal etmek imkânsız.
Grevdekilerin talepleri, anadilinde eğitim, savunma ve esas olarak da İmralı cezaevinde dört yüz elli gündür tecritte tutulan, muhalif siyasi lider Abdullah Öcalan'ın sağlık, güvenlik ve özgürlük koşullarının sağlanması.
Bu sonuçlara karşılık verilmeyeceği düşüncesiyle, "ya herro ya merro" denilerek varılmak istenmediği, tam aksine bu koşulların toplumsal ve siyasal olarak kabul edilebilir ve karşılanması mümkün hale gelmesi nedeniyle ortaya konulduğunu anlamak doğru bir başlangıç noktası olabilir.
Tersini düşünmek bu siyasi eylemin niteliklerini ve eylemi ortaya koyanların siyasi deneyim ve sezgilerini küçümsemek anlamına gelir.
Görüldüğü kadarıyla açlık grevlerinin nedeni, belli bir olgunluğa erişen taleplerin hayata geçebileceği toplumsal ve siyasi koşulları kristalize etmek, barışçı çözüm etrafında daha etkili ve anlamlı bir toplumsal ve siyasi güç birikmesini sağlamak ve hükümeti çözüm için adım atmaya zorlamak. Otuz yıldır süren savaş, bugüne kadar hükümetin kışkırtmalarına rağmen Kürt halkının ve özgürlük hareketinin örgütlülüğü, sağduyusu ve barış arzusu nedeniyle, binlerce Kürt gencinin ölümü pahasına Batıda şehirlere yayılmadı. Daha çok Kürdistan'da gözden uzakta sürdü. Ateş düştüğü yeri yaktı. Gerilla ve asker ölümleri nice ocağı sürdürdü. Bölgede doğal yaşam alanları, ormanlar, hayvanlar, dağlar, köyler yok edildi. Ekonomik, ekolojik, insani ve toplumsal tahribat olağanüstü boyuta ulaştı. Toplumsal ve siyasi zemin oluştuğu halde, iktidar ve çıkar hesapları nedeniyle savaşa son verecek adımları atmaya yanaşmayan, ölümlere göz yuman hükümetin, bölgeye yönelik mezhepçi, yağmacı, saldırgan ve işgalci tutumu, Suriye'de bir Kürt özerk bölgesinin oluşumunu engelleme çabası, barışçı çözüme niyeti olmadığını ortaya koyduğu gibi, ülkeyi hızla yayılacak bölgesel bir savaşın eşiğine getirdi, hatta o eşik geçildi. Hükümet, geri dönebileceği sınırı, çıkar- güç hesapları ve bu hırsı bile yaya bırakan akıl fikir yoksunluğuyla öyle bir aştı ki, güçlü bir savaş karşıtı cephe oluşturulamaz ve bölgesel savaşta çıkar görmeyen bölgesel - küresel güçlerin engelleyici bir etkisi olmaz ise, ülkeyi soktuğu batağın içinde giderek daha da çılgınlaşıp, şaşkınlaşarak, inisiyatifini iyice yitirerek ilerlemeyi sürdürecek. Üstelik dış politikadaki tutumunu, siyasi hattının belkemiği haline getirdiğinden, bu konuda atacağı bir geri adımın iç politikada yaratacağı siyasi maliyeti karşılaması da zor. Yani güçlü ve yaygın bir itiraz ortaya konulmadığı sürece, hükümetten ne ülkede, ne bölgede barışçı bir adım, sağduyulu bir yaklaşım beklemek hayal. Hapishanelerde yüzlerce tutuklu tam da böyle bir momentte, barışın ve demokratik çözümün yolunun açılması için yaşamsal fonksiyonlarını gün be gün yitiren bedenlerini bir mücadele aracına dönüştürerek son kavşaktan önceki en sessiz ama en güçlü siyasi çağrıyı yapıyor. Bu çağrının gücü ve etkisi önümüzdeki günlerde daha net biçimde ortaya çıkacak. Çok zor ve acılı bir ölümü göze alarak yapılan eylemin en büyük gücü, yalnızca açlık grevi yapan ve sayıları giderek artan ve artacak olan tutukluların kendi istemedikleri takdirde, hiçbir biçimde bu eylemden vazgeçmeyecek kararlılıkta olmasından gelmiyor. Türkiye, ilk kez açlık grevleriyle ya da hükümetin-hükümetlerin zalimane sessizliği ve insanlık dışı müdahaleleriyle de karşılaşmıyor. Eylemin gücü, açlık grevlerinin ortaya çıktığı anın, hızla kristalize olacak ve radikal tutum denge değişikliklerine yol açacak siyasi ve toplumsal niteliklerinde yatıyor. Koma Civakên Kürdistan-Kürdistan Topluluklar Birliği (KCK) Yürütme Konseyi başkanı Murat Karayılan, dışarıdan talimat verildiği yolundaki söylemlere cevap olarak, eylemlerin, tutukluların inisiyatifiyle başladığını açıkladı. Bu durum Partiya Karkerên Kürdistan-Kürdistan İşçi Partisi (PKK) tutuklu ve hükümlülerinin başlattığı ve yüzlerce kişi tarafından sürdürülen açlık grevlerinin nedenlerini ve sonuçlarını kavramak açısından en önemli noktalardan birini teşkil ediyor. Kaldı ki, herkesin ulaşabileceği kaynaklara ve otuz yıllık tarihe yalnızca akıl ve sezgiyle bakıldığında bile, PKK gibi özgün bir hareketin, talimatla iş görecek bir yapılanmadan çok, otuz yıllık inanılmayacak ölçüde zorlu bir mücadelenin yarattığı birlikte düşünebilme ve gerektiğinde kendi başına karar alma kabiliyeti, en önemlisi de buna olanak sağlayan ortak ruh ve bilinç toplamı olduğu görülebilir. Eylemin, radikal ve dönüştürücü gücü de burada yatıyor. Yok sayılmış bir halkın, tarihsel toplumsal hafızasının uyanışı, anadilini konuşarak onurlu ve eşit bir biçimde yaşamak için verdiği mücadeleyle kendini yeniden var ettiği bir süreçte, halkın içinden çıkıp, halkın taleplerini politik hedefleriyle bütünleştiren Kürt Özgürlük Hareketi, farklı alanlarda ve yerlerde ortak politika üretebilme, birlikte düşünebilme, ortak strateji doğrultusunda bağımsız karar alabilme yeteneğini kazanmış, bu nedenle de otuz yıl boyunca gelmiş geçmiş iktidarların bölme, parçalama, başsız bırakma politikalarına direnmiş, azalacağına, çoğalmış bir halk hareketi. Bu niteliklerin PKK'nin kuruluşunda verili olmadığını, hareketin, çok uzun ve zorlu bir mücadele sürecinde, halkla birlikte inşa edilen ortak deneyimin, an be an birlikte uyanan ortak bir hafızanın, korkunç ölümlerin katliamların ve direnişlerin süzgecinden geçerek, karşılıklı etkileşim içinde oluşturulup var edilmiş, sisteme karşı en kabul edilmez karşı koyuşu gerçekleştiriyor olmanın güçlü bir biçimde birbirine bağladığı, çok katmanlı bir insani-siyasi ilişkiler ağına ve giderek de, dünya ölçeğinde dikkate değer ve etkili yeni bir toplum ve hayat projesine dönüştüğünü söyleyebiliriz. Dolayısıyla Kürt halkının ezici ve etkili bir çoğunluğu için PKK, örgütlü bir politik yapıdan çok kristalize olmuş bir özgürlük ruhu ve bilincini temsil ediyor. Bugüne kadar hiçbir biçimde yok edilememiş olmasının ve o coğrafyayı tümden ortadan kaldırmadan kolay kolay yok edilemeyecek olmasının nedeni de büyük ölçüde bu. Bu yüzden, Abdullah Öcalan dahil, Kürt hareketinin bütün bileşenlerinin yer aldığı siyasi zeminde açlık grevcilerinin kendi başlarına inisiyatif almış olduğundan ve şu anda kimsenin olumlu ya da olumsuz hiçbir nedenle bu eylemleri başlatma ya da bitirme yolunda emir ya da talimat veremeyeceğinden emin olmak gerekir. Aynı nedenlerle bu açlık grevlerinin PKK tutuklularıyla sınırlı kalmayacağını, kalamayacağını da anlamak gerekir. Yine aynı nedenle hiçbir Kürde "Sen neden PKK'lisin, PKK'yi destekliyorsun ya da PKK'yi lanetlemiyorsun" diye sormanın anlam taşımayacağını da bilmek gerekir. Anlatamasa ya da yanıt vermemeyi- saklamayı seçse de bu yanıtı aklı, belki ondan daha çok kalbiyle yani tüm varlığıyla bilmektedir. Kürt siyasetçilerin bilip, diğerlerinin anlamakta zorluk çektikleri de budur. Sanılanın ya da iddia edilenin tam aksine, şu anda Kürt hareketinin bileşenlerinin, kurumlarının ve örgütlerinin oluşturduğu siyasi zemini, açlık grevcileri, yaklaşmakta olan korkunç ölümlerinin etkisi dışında hiçbir güce başvurmadan kesin biçimde belirlemekteler. Ölümüne ortaya konulan ve herhangi bir müdahale ile karşılaştığında, hem içerde hem dışarıda hayal bile edilemeyecek sonuçlara yol açacak bu eylemin yarattığı ve yaratacağı toplumsal-siyasi güç yön verici bir nitelik taşıyor. Emir ve talimat şöyle dursun, bütün bileşenler bu eylemin radikal bir biçimde yeniden düzenlediği siyasi zeminde kendilerini yeniden konumlandırıyor. En çok da bu nedenle Öcalan, PKK ya da Barış ve Demokrasi Partisi'nden (BDP) grevi durdurmak için çağrı yapmalarını beklemek anlamlı değil. Hükümeti zorlayacak bir direniş ortaya koymak yerine BDP, Öcalan ve PKK'ye çağrı yapmak, hükümetin eline, adım atmamak için koz vermek ve ölümlere kapı açmaktan başka anlam taşımıyor. Çünkü tutukluların bütün bunları düşünüp, hesaplamadıklarını, kendi hayatları için bu cephelerden gelecek çağrıları dikkate alacaklarını düşünmek için neden yok. Kaldı ki, tutukluların eylem nedeni, barışçı çözümün hayata geçirilmesi ve asker ya da gerilla hiçbir gencin artık savaşta can vermemesi. Bu uğurda ölümü göze almış insanların, kendi hayatları için yapılacak çağrıya yanıt vermelerini beklememek gerekir. Dolayısıyla bu tür çağrıların -eğer yapılacak olursa- sonuç vermesi pek ihtimal dahilinde değil. Tek yol, tutukluların eylemini de kucaklayacak ve aşacak kadar güçlü bir toplumsal direniş ortaya koymak ve oradan onlara seslenmek olabilir ki, açlık grevcilerinin ulaşmak istediği sonuç da bir ölçüde budur. Nitekim BDP ve KCK'nin çağrısıyla Kürdistan'da 30 Ekim'de topyekûn bir direnişle Öcalan'ın özgürlüğü ve barışçı çözüm konusunda büyük bir toplumsal güç ve irade bu vesileyle bir kez daha ortaya kondu. Açlık grevindekilerin Batı'da algı duvarına çarpan en önemli ve hayati talebi, İmralı adasında dört yüz elli gündür tecritte tutulan PKK lideri Abdullah Öcalan'ın özgürlük, sağlık ve güvenlik koşullarının sağlanması. Öcalan'la ilgili talepler bugüne kadar muhalif kesimlerin zihinlerinde, büyük ölçüde egemenlerin ve devletin inşa ettiği istinat duvarına tosladı. Yalınkat bir şiddet karşıtlığı üzerinden zalimle mazluma eşit mesafede duran korunaklı bir alandan yapılan barış çağrıları, çağıranlar dahil kimse için gerçeklik taşımadı. Barış ve demokratik yaşam ve sadece Kürtleri ilgilendiriyormuş gibi, dünyanın birçok ülkesinde tartışma konusu bile yapılmayan anadil ve özyönetim taleplerinin yakın zamana kadar değil sahiplenmek, kavranamaması, barışa giden yolun bir siyasi mücadele süreci olarak tasavvur edilememesi, barış çabalarının PKK'ye yapılan ateşkes çağrılarının sığ sularında karaya oturmasına neden oldu. Anti-demokratik ve insanlık dışı uygulamaların silahlı direniş nedeniyle adeta meşrulaştırılması, hak ihlallerinin silahlı eylemlerin doğal bir sonucu olarak görülmesi barışa yönelik tutum ve girişimlerin etik zeminini tahrip etti. Açımlanmamış, muğlak şiddet ve şiddet karşıtlığı söylemi, daha çok güvenli bir alanda siyaset yapmaya yarayan, "barışçıların" kendilerini diğerlerinden, kötü olanlardan, şiddet tutkunlarından ayırdığı bir savunma hattı teşkil etti. Tartışılmamasının nedeni de bilinçli ya da bilinçsiz yüklenen işlevin yalnızca bu olmasıydı. Çünkü on binlerce kişinin öldüğü, üç askeri darbe ve sayısız katliam görmüş bir ülkede hiçbir etik konum bu kadar kolay edinilemez. Kimi kesimlerce açlık grevcilerinin Öcalan'la ilgili talepleri Öcalan üzerinden, yüzlerce genç insanın ölümü pahasına sürdürülen bir inatlaşma olarak algılanıyor. Bu algıda devlet tarafından 1980'lerin ortasından beri korkunç ölümleri ve katliamları, faili meçhulleri meşrulaştırmak için uygulanan manipülasyon ve psikolojik savaşın büyük rolü oldu. Örgütsüzlük ve siyasi bir varlık ortaya koyamama hali, muhalif kesimlerin devlet-hükümet aklına rıza göstermesi sonucunu doğurdu. Öcalan'la kurulan ilişkiyi az gelişmiş-geri bıraktırılmış Doğu toplumlarına özgü bir lider kültü olarak yorumlamak, hem düzüne hem tersine işleyen bir oryantalizmin bayağı klişelerine takılıp kaldığı gibi, barış için gerekli adımları atmak ve süreci siyasi olarak anlamlandırmak açısından da kör alan oluşturdu. Kürt halkının ezici bir çoğunluğunun özgürlüğü uğruna hayatlarını varını yoğunu ortaya koyduğu, ölümü ve her türlü baskıyı göze alarak önderi olarak kabul ettiği Öcalan bir siyasi liderden çok daha fazlasını ifade ediyor. 1999 yılından beri İmralı adasında tutulan PKK lideri, hareketin maddi ve manevi önderi olmanın (olumlu ya da olumsuz birçok nedenle kolay taşınamayacak) insani- siyasi yükünü bugüne kadar yüreklilikle üstlendi. Otuz yıllık zorlu bir süreç içinde PKK 'nin kurucusu olmaktan çıkıp, kimsenin inkâr edemeyeceği bir halk önderi niteliği kazanan Öcalan, varlığı ve dili inkâr edilmiş, en kanlı ve baskıcı şekilde asimile edilmeye, özgüveni, kültürel kimliği yok edilmeye çalışılmış Kürt halkının kendini inşa ederken canı pahasına sarıldığı bir kimlik sembolü olarak, barışa, eşit, özgür ve onurlu bir yaşama duyulan özlemi temsil ediyor. "Öcalan" sözcüğü Kürt halkının ezici bir bölümü tarafından barış özlemi, kayıplarla baş edebilme gücü, eşit ve özgür yaşam talebiyle özdeşleşmiş bulunuyor Kürt halk önderinin özgün deneyimin süzgecinden geçirerek oluşturduğu dil ve değerler çerçevesi konuşmaları, metinleri ve savunmalarıyla yaygınlaştı ve Kürt halkının yeniden var olma mücadelesinde kimlik inşa edici bir işlev üslendi, yalnızca günlük siyasetin taşıyıcısı olmakla kalmadı, hareketin harcını ve ruhunu da oluşturdu. Birçok kişiye yabancı ve anlaşılmaz gelen bu dil ve hissiyat paylaşılamasa, PKK'nin siyasi hattı ve mücadele biçimi haklı ya haksız eleştiri ya da itiraz konusu olsa bile, Kürt halkının büyük çoğunluğuna Kürt özgürlük hareketinin tüm bileşenlerine, savaşan güçlere, hareketin yurtdışındaki kadrolarına ve Kürt halkının yaşadığı diğer coğrafyalara seslenme kabiliyetini olan bir liderin barış sürecinde üstleneceği etkili rolü göz ardı etmek olanaklı değil. Öcalan doksanların ortasından bu yana barışın sağlanması için kararlı bir tutum sürdürdü. 1990'ların ikinci yarısından itibaren ve İmralı adasına getirildikten sonra, Kürt sorununun demokratik ve barışçı çözümü için projeler ortaya koydu. PKK'nin dağdan inmesi ve silah bırakması, yasal- anayasal çözümlerin hayata geçirilmesi için ayrıntılı yol haritaları ve protokoller hazırladı. Demokratik iradenin güçlü bir biçimde ortaya konduğu her seçim sonrasında Kürt hareketi, onlarca gerillanın hayatını kaybettiği uzun süreli ateşkeslerle demokratik çözümün yolunu açtı. Öcalan da bu konuda yapıcı, barış umudunu güçlendiren bir tutum izledi. Referandum ve son genel seçimler sürecinde hükümetin tasfiye ve oyalama niyetiyle değerlendiremediği barış konseyi, anayasa konseyi ve hakikat komisyonları gibi kalıcı çözüme yönelik yol ve yöntemleri içeren protokoller oluşturdu. Ateşkes sürecini defalarca uzattı. Barış umudu gördüğü her noktada, ölümlerin durdurulması için çaba gösterdi ve onurlu bir barış konusundaki kararlılığından bütün baskılara rağmen vazgeçmedi. Daha da önemlisi, hem Ortadoğu hem Türkiye halkları açısından barışa, birlikte ve eşit yaşama olanak sağlayan demokratik özerklik projesi Öcalan tarafından geliştirildi. "Demokratik ulus ve demokratik vatan" olarak ifade edilen bir siyasi hat etrafında, Kürt halkının yaşadığı topraklarda diğer halklarla eşit ve onurlu bir statüyle yaşamasının kuramsal çerçevesini çizdi ve zeminini hazırladı. Öcalan'la ilgili olarak ev hapsi ya da diyalog ve müzakere koşullarında etkin olacağı koşulların yaratılması olarak geliştirilen talep, artık Öcalan'ın özgürlük, sağlık ve güvenlik koşullarının sağlanması olarak ifade ediliyor. KCK lideri Murat Karayılan'ın da gelinen noktada görüşmelerin "İmralı sistemi" içinde yapılmasının olanaksız olduğunu belirtmesinin temel nedeni, Öcalan'la yapılan görüşmelerin hükümet tarafından birçok gerillanın ölümüne neden olan bir oyalama taktiğine ve tasfiye hareketine dönüştürülmüş olması. Barışçı çözümün koşullarını hazırlayacak güven ortamı büyük ölçüde tahrip olmuş durumda. Bu zeminin onarılması ve görüşmelerin yeniden başlatılması, benzer deneyimleri yaşamış ülkelerde hayata geçirilmiş, diyalog ve müzakere süreçlerinin inşa edilmesinde en hayati rolü yine Abdullah Öcalan üstlenecek. Öcalan'ın etkisi ve temsil gücü ve Kürt halkı nezdinde lider olarak meşruiyeti yanında, bugüne kadar birçok görüşmenin Öcalan'la yapılmış ve bu konuda hayli mesafe kat edilmiş olması önemli bir kazanım. Barışçı çözümün önü açıldığında bu durum birçok adımın daha hızlı atılmasını sağlayabilir. Bunun yanı sıra benzer deneyimlerden geçmiş ülkelerden barışın inşa edilmesi sürecine aracı ya da kolaylaştırıcı olarak katılabilecek uluslararası aktörler açısından da Öcalan etkili, bilinen ve güven yaratacak bir kimlik. Barışın inşa edilmesi uzun bir zaman yayılacak, adım adım ilerleyecek, her aşaması ciddiyetle ve alt yapısı hazırlanarak planlanması gereken zor bir süreç. Alınacak yasal ve anayasal önlemlerin yanı sıra, silahsızlanma ve dağdan inmenin yöntemleri ve aşamalarının da en ince detaylarına kadar hesaplanması, aşama aşama örülmesi gerekiyor. Eğer barış için adım atılacaksa, Öcalan'ın hem gerilla, hem PKK'nin yurtdışındaki kurum ve kadroları hem legal alandaki Kürt hareketleri ve kurumları hem de Kürt halkıyla özgür ve güvenli ve yakın bir temas içinde olması elzem. Yalnız Batı'da değil Kürt halkı nezdinde de barış zemininin oluşturulması, yaraların sarılması, anayasal ve yasal düzenlemelerle eşitlik ve adaletin sağlanması, faili meçhullerin, katliamların açığa çıkarılması ve Kürt halkından özür dilenmesi gerekiyor. Bunun da ötesinde Öcalan'a uygulanan tecrit ve hapiste tutulması Kürt halkının onuruna yönelik bir saldırı ve devletin özgürlük hareketini ve Kürt direnişini askeri çözümle tasfiye etme politikasının en belirgin işareti olarak algılanıyor. Onurlu ve eşit bir yaşam için yıllardır fedakârca mücadele eden bir halk için onur, çıplak yaşamdan daha fazla önem taşıyor. Böylesine etkili bir temsili, deneyimi ve birikimi kimliğinde toplamış olması Öcalan'ı barış sürecinin kilit aktörü haline getiriyor. Öcalan'ın özgürlük güvenlik ve sağlık koşulları bu nedenle yalnızca Kürtler ve açlık grevindekiler değil, barış isteyen herkes tarafından sahiplenmesi gereken hayati bir talep Polis "gazeteci" Emre Uslu'nun geçenlerde Ahmet Hakan'ın programında itiraf ettiği gibi mevcut yasalara göre bile, düşünce suçu dışında hiçbir suç işlememiş binlerce kişiyi (Uslu'nun deyimiyle KCK network'ü içinde olabilecekleri için ) Arap baharının etkisiyle oluşabilecek olası bir ayaklanmayı engellemek amacıyla Fethullahçı özel yetkili savcılıklar eliyle hapse koymaktan siyasi çıkar uman Adalet ve Kalkınma Partisi'nin (AKP) yalnız vicdan değil zerre kadar öngörü sahibi olmadığı da bu vesileyle bir kez daha ortaya çıktı İçinde bulunduğumuz siyasi süreç ve Kürt hareketinin özgün yapısı düşünüldüğünde, hapishanelerdeki binlerce tutuklunun hükümetin elinde patlayacak bir silaha dönüşebileceğini görmek için düşünmek bile gerekmiyordu. Barışın alt yapısını sağlayacak BDP'li siyasetçileri hapse atmanın savaşı derinleştirmek istemek dışında hiçbir anlaşılır yanı yoksa da, katillere has bir kâr-zarar hesabı bile kısa vadedeki kazançla orta vadedeki kaybı kolayca ortaya çıkarabilirdi. Ne dünya ne Türkiye tarihi AKP ile başlamadı ve hapishanelerdeki binlerce insanın giderek derinleşen savaş koşullarında ne anlam taşıyacağı daha ilk günden beri apaçık ortadaydı. Şu anda da AKP- Gülen koalisyonunun düşünebildiği çözüm, açlık grevcilerinin aslında aç olmadıkları, beslendikleri, şu kadarının açlık grevini bıraktığı yolunda propaganda yapmak, medya sansürü ve cezaevlerine "hayata dönüş" benzeri bir operasyon düzenlemekten ötesi değil. Kaldı ki devletin seri katillere özgü o espri yeteneğiyle "barışa gidiş" adını vermekten kaçınmayacağı böyle bir operasyon da öyle kolay olmayacak. Bunun yanı sıra gazeteci Cengiz Çandar'ın geçen akşam bir televizyon programında, hükümet içindeki bir kaynaktan geldiğini söylediği "PKK içinde barış istemeyen bir grubun açlık grevi talimatı vererek Öcalan'la yapılan görüşmeleri (ki kuyruklu yalan) sabote etmeye çalıştığı yolundaki psikolojik savaş yöntemlerine başvurmaları da mümkün. Bu, barış için hiçbir somut adım atmayan, tam aksine siyasi ve askeri operasyonları, barışı olanaksızlaştıracak bir gayretle sürdüren hükümetin, ortada bir diyalog ve müzakere ortamı varmış da birileri sabote ediyormuş, bugüne kadar oluşturulan barış zemini ve fırsatları bizzat kendileri tarafından heba edilmemiş gibi akıl almaz bir pişkinlikle kullandığı kara propaganda argümanlarından biri... Ancak, gelinen noktada, hala bu söylemden medet umacak ya da akıl fikir taşıdığı iddiasında olup da buna inanacak birilerinin kalmış olması biraz ihtimal dışı. Bu eylemlerin ve olası ölümlerin ve bundan sonraki gelişmelerin tek sorumlusu ülkeyi yağmalamak adına içerde ve dışarıda savaşa sürüklemiş bulunan Cemaat-AKP koalisyonu. 2002 ve 2004 seçimlerinden sonra mecliste güçlü bir temsile sahip olan 2007 seçimlerinden sonra ordu, polis, yargı ve güvenlik bürokrasin etkili olmaya başlayan, 2010 referandumunda ve 2012 seçimlerinde sistem içindeki yerini, tek parti diktatörlüğüne dönüşecek kadar perçinleyen AKP'nin sırf yağma ve çıkar düzeni bozulmasın diye bu güne kadar Kürt sorunun çözümü yolunda tek bir ciddi adım atmamış olması... Açlık grevlerinin ve savaşın nedeni, AKP'nin Öcalan ve PKK ile yapılan görüşmeleri seçim öncesi çatışmasızlık ortamı yaratmak, çözüm umudunu bölgedeki Kürt oylarını almak için kullanması ve tutarsız, güven uyandırmayan politikalar izleyip, yalan söylemekten de kaçınmadan savaşın derinleşmesine ve bunca insanın ölümüne yol açması. Üstelik, AKP, Kürtlerden de aldığı oylarla, referanduma kadar hatta referandumda bile yıkıcı bir muhalefetle karşılaşmadan, Türkiye toplumunun barış ve demokratikleşme arzularını seçim kozu olarak kullanarak iktidara geldi. Kürt açılımından Oslo görüşmelerine kadar her çözüm fırsatını kısa vadeli siyasi çıkarlarla, attığı adımın bir sonrasını düşünmeden barış ve çözüm arkasında biriken toplumsal muhalefeti ve Kürt halkının verdiği mücadeleyi boşa çıkarmak amacıyla kullandı. Askeri operasyonlarla bölgeyi yakıp yıkarken, Kürt demokratik hareketini siyasi alandan silmeye çalıştı. Attığı uzlaşmaz ve çatışmacı adımlarla, siyasi zemindeki diğer aktörlerin de hareket alanlarının da barışa olanak vermeyecek ölçüde daralmasına ve etkisizleşmesine neden oldu. Barajı kaldırmak ve demokratik seçimlerin önünü açmak yerine, iktidar olduğu bütün dönemler boyunca Kürt hareketinin demokratik zeminde güç kaybetmesi için anayasadan, yasalara, terörle mücadele yasalarından özel yetkili mahkemelere, kitlesel operasyonlara, katliamlara, ağır medya sansürüne, görülmedik bir kara propaganda ve psikolojik savaş yöntemlerine başvurdu. Her türlü demokratik itirazı ve örgütlenmeyi biber gazıyla, tutuklamalarla, antidemokratik yasalarla boğmaya çalıştı, meclis çoğunluğunu demokratik uzlaşma zeminini tahrip edecek şekilde kullanmaktan imtina etmedi. Kalıcı çözümün nasıl oluşacağına dair dünya örnekleri ortadayken, bunlar Kürt hareketi ve Öcalan tarafından defalarca yol haritaları, protokoller ile ortaya konulmuşken ve çözümün toplumsal-siyasi koşulları çoktan oluşmuşken AKP kalıcı çözüm için hiçbir adım atmadı. Kürt hareketi bütün baskılara, kitlesel tutuklamalara ve engellemelere rağmen demokratik alanda ısrarla ve giderek güçlenerek var oldu.. Eylemsizlik halinde binlerce askerin bölgeye gönderilmesine operasyonların sürmesine ve onlarca gerillanın katledilmesine rağmen defalarca tek taraflı ateşkes ilan etti. Buna verilen yanıt siyasi ve askeri operasyonlar, kısa vadeli çıkarlar gözetilerek yapılan oyalamalar ve psikolojik savaş taktikleri oldu. Kürt halkının anadilini konuşarak eşit ve onurlu bir statüde yaşamasının sağlayacak adımların hiçbiri atılmadı. Halen Meclis Anayasa Uzlaşma Komisyonu'nda da bu taleplere olumlu bir yanıt verilmiş değil. Bu süreç içinde AKP'nin Amerika Birleşik Devletleri'yle (ABD) İran'la, Irak'la, Suriye ve İsrail'le PKK'yi ortadan kaldırmak için yaptığı kirli anlaşmalar sonuç vermedi. AKP, buna karşılık, Kürt özgürlük hareketini İsrail, Yunanistan, Ermenistan, İran, Irak, Suriye ve Rusya'yla ilişkilendirmekten çekinmedi, uyuşturucu kaçakçılığından, tecavüz kampları iddialarına kadar her türlü psikolojik savaş yöntemini kullandı, milliyetçi ve militarist tutumları kışkırtarak toplumsal barışın zemini tahrip etmeye çalıştı. Özgürlük hareketi, bu uzun süreçte, sağduyusunu ve barış hedefini korudu, toplumsal barışın alt yapısını tahrip edecek tutumlardan büyük ölçüde kaçındı. Silahlı askeri gücüne rağmen, yakın zamana kadar Kürdistan'da bile şehirlerde eylem yapmaktan kaçındı. Sivillere yönelik eylemleri benimsemediğini kararlılıkla dile getirdi. Hatalarını zarar göreceğini bilse de sahiplendi. Dünya deneyimlerinden esinlenmiş, uygulanabilir barış projeleri ortaya koydu. Kürt özgürlük hareketinin otuz yıldır, kışkırtmalara, katliamlara, askeri ve psikolojik savaşın yoğunluğuna rağmen itidalli davrandığı, tutarlı bir hat izlediği, yıllarca süren savaşın ve çözümsüzlüğün ortaya çıkardığı Kürdistan Özgürlük Şahinleri (TAK) türünden yapıları ve kontrolü dışındaki silahlı eylemleri büyük ölçüde engellediği görülüyor. Bütün bunlar barış için avantaj oluşturuyor. Buna karşılık hükümetin ülkede hem bölgede itidalli ve barışçı bir politika sürdürdüğünü söylemek mümkün değil. ''Arap Baharı'', Erdoğan'ın söylemlerinin aksine, her baskıcı iktidar gibi AKP'de de paniğe neden oldu. Hem ülkedeki toplumsal muhalefetin önünü kesmek hem de Suriye'de Kürt özerk bölgesi oluşmasını engellemek amacıyla, "kendini öküz sanan kurbağa" misali, bölgesel güç olup, yağmadan pay alabilmek adına ülkeyi hızla bölgesel bir savaşın batağına doğru sürükledi. Suriye'de mezhep çatışması çıkarmaya çalıştı, ülkeyi Özgür Suriye ordusunun kurmaylarına üst olarak kullandırdı, askeri kamplarda muhalifleri eğitti, silah yardımı yaptı. Suriye muhalefetinin silahlandırılıp, kriminalize olması en çok da Suriye halklarının zararına oldu. Özgür Suriye ordusunun çok parçalı yapısından yararlanarak bu gücü Kürtlere karşı kullanmaya çalıştı. Sınır ötesi karanlık operasyonlar ve provokasyonlar gerçekleştirdi, Suriyeli Kürtleri hedef alacak çeteler oluşturdu. Suriye'ye girmenin koşullarını oluşturmak için en ufak bir önlem almadan ve hazırlık yapmadan yüz binlerce mülteciyi korunmasız, uluslar arası standartlardan yoksun kamplarda topladı. Savaştan kaçan insanları kullanmaktan ve riske atmaktan çekinmedi. Alevileri gözden çıkardığından ve açıkça hedef aldığından Alevilere yönelik saldırılar belirgin bir biçimde yoğunlaştı. Hatay, Adana ve Güney sınırındaki Alevi köylerinden jandarmanın ruhsatlı silahları topladığını biliniyor. Bu gelişmeler, Alevilerin iyiden iyiye Kürtler gibi iç düşman olarak algılandığının göstergesi. Bu politikalar sonucu bütün bölge ülkeleriyle karşı karşıya geldi. Girdiği bataktan çıkamadığından ve bütün hesaplarını Suriye'nin ve bölgedeki küresel ve bölgesel güçlerin durumunu analiz etmekten aciz olduğundan, Esat'ın kısa sürede yenileceği üstüne kurduğu politika çöktü. Sayıları giderek artan sığınmacıların ağır maliyetini ve Suriyelilere yapılan silahlı yardımın yükünü uzun süre kaldıramayacağını anladığından bu kez de savaş sürecini hızlandırmak ve militarist saldırgan tutumunu meşrulaştırmak için Rusya uçağını indirerek Rusya'yı kışkırtmaya çalıştı. Ancak İran ve Rusya ile Suriye'de Esat sonrası kaosun ne anlama geleceğini bilen Suudi Arabistan durumu bir ölçüde kontrol ettiklerinden bugüne kadar savaş çıkarmayı başaramadı. Sonunda İran ve Rusya tarafından geliştirilen daha itidalli bir bölgesel politikaya dahil edilerek şimdilik dizginlenebildi. Bölgedeki mezhepçi ve saldırgan politikaya yanıt olan Antep saldırısını, PKK'nin defalarca yalanlamasına rağmen medyayı kullanarak PKK'nin üstüne yıkmaktan çekinmedi. Olayın gerçek nedenlerini halktan gizledi. Kürdistan'da dağı taşı bombaladı, ormanları yaktı. Savaşın derinleştiği son aylarda yüzlerce asker ve gerilla öldü. Bu ölümleri durduracak adımlar atmak yerine ülkedeki issiz ve güvencesiz gençleri sözleşmeli askerlik adı altında savaşa sürdü ve yüzlerce askerin ölümünü hasır altı etmeye çalıştı. BDP'nin birçok ilde ve ilçe binasının yakılmasına taşlanmasına, Kürtlerin linç edilmesine zemin hazırladı hatta organize etti. Bu saldırıların daha büyük bir kışkırtmaya dönüşmemesinin nedeni, Kürt hareketinin örgütlülüğü ve sağduyusu yanında Türkiye halkının her şeye rağmen barış arzusunu yitirmemiş olmasıydı. Hem Suriye hem Türkiye'deki Kürtlere gözdağı vermek için Uludere katliamını gerçekleştirdi. Saldırgan yağmacı ve mezhepçi tutumuyla kimsenin istese de söndüremeyeceği bir bölgesel dehşeti fitillemeye çalışan AKP yalnız Türkiye için değil bütün bölge halkları için tehlike teşkil ediyor. Hem içerde hem dışarıda sürdürdüğü saldırgan tutumun korkunç askeri maliyetini zamlarla halkın üstüne yıkıyor. Savaşçı ve saldırgan tutumun ardında bu maliyeti milliyetçilik militarizm ve yağmacılığı kışkırtarak meşrulaştırabilme ve toplumsal muhalefeti sıkıyönetim ve savaş politikalarıyla sindirme gayreti var. Bulunduğumuz noktada, açlık grevi eylemini sürdüren yüzlerce genç insan derinleşmekte olan ve bölgesel nitelik kazanmasına ramak kalan savaşa karşı bedenleriyle bir barikat kurmuş durumdalar. Son kavşakta sessiz ama her şeyi yakıp kavuracak kadar güçlü bir direniş ortaya koyuyorlar. Bu eyleme verilecek desteği, yalnızca "insani ve vicdani" diye anılan tutumun yıllardır oluşa gelmiş korunaklı çerçevesine sıkıştırmakla yetinmek ne insani ne de vicdani bir anlam taşıyacak. PKK'ye, Öcalan'a, BDP'ye çağrıda bulunma kolaycılığına kaçmak, ölümleri önlemek yerine ölüme zemin hazırlayacak. Çağrı yapılacak yer, savaşın ve ölümlerin sorumlusu olan hükümet. Bu çağrının da hükümeti kalıcı çözüm konusunda adım atmak zorunda bırakacak bir barış gücü, savaşa karşı geniş ve etkili bir cephe oluşturarak ortaya konulması gerekiyor. (AD/BA)Açlık grevlerinin amacı ve niteliği
Abdullah Öcalan özgürlüğüne kavuşmalı
Öcalan barış sürecinde kilit role sahip
Bulunduğumuz kavşak
Ölümlerin sorumlusu AKP-Gülen koalisyonu
AKP kalıcı çözüm önünde engel
Bölgesel savaşın eşiğinde
Tek çözüm; savaşa karşı etkili bir toplumsal güç oluşturmak