Yunan mitolojisinde Lithi, ölüler diyarı Hades'te bulunan bir nehirdir. Söylenceye göre ölmüş olanlar, Hades'e ulaştıklarında Lithi'nin suyundan içer içmez yeryüzündeki hayatlarına dair her şeyi unutuverirlermiş. Türkiye sosyalist hareketinin hiç değilse önemli bir kesiminin de Lithi'den kana kana su içmişçesine bir kolektif amnezi hali içerisinde olduğu söylenebilir pekâlâ.
Zira geçmişe dair mebzul miktardaki güzellemeye, hemen her fırsatta dillendirilen onca menkıbeye rağmen, daha kısa süre önce yaşanan tartışma ve saflaşmaları bile hızla unutuveriyoruz. Lafı fazla dolandırmaya gerek yok aslında: Geçmiş güzel günleri yad ediyoruz etmesine de geçmişteki siyasal deneyim ve tartışmalardan dersler çıkarmaya dönük bir kolektif siyasal hafızamız yok.
Mesela 2000'li yılların başında Türkiye'nin AB'ye üyelik süreci solda hararetli tartışmalara, ciddi kamplaşmalara neden olan bir meseleydi. Şimdi bu tartışmaları hatırlayan ya da daha önemlisi, AB üyesi bir dizi ülkedeki iktisadi krizin mevcut Avrupa mimarisini zorladığı koşullarda bu tartışmalara geri dönme ihtiyacını hisseden var mı acaba?
Hatırayalım: O dönemde AB üyelik sürecinin Türkiye'de bir demokratikleşme sürecinin yaşanması açısından olumlu bir işlev göreceğine dair yaklaşım solda da ciddi bir ağırlık taşıyordu. Yani kestirmeden söylemek gerekirse, Türkiye'nin AB'ye üyelik sürecini teknik ve sınıflarüstü nitelikte bir "demokratikleşme/sivilleşme" süreci olarak görmek bir hayli yaygındı. Bırakın mevcut haliyle AB'ye karşı olanları, Avrupa bütünleşmesine belli bir eleştirel mesafeyle yaklaşanların dahi rahatlıkla milliyetçilik ya da otarşi yanlılığıyla itham edilebildiği bir dönemdi.
Avrupa sosyal modeli
Esasında Türkiye'nin AB'ye üyeliği meselesi sol içinde tartışılırken, AB'ye girmekten yana olan kesimin savunduğu iki temel argüman söz konusuydu.
Bunlardan bir tanesi, AB'nin Amerikan müdahaleciliği karşısında bir denge unsuru olduğuydu. Yani AB, ABD'nin saldırgan, militarist ve dayatmacı dış siyaseti karşısında diplomatik ve barışçı çözümleri, çok taraflılığı öne sürebilecek bir karşı kutup oluşturuyordu.
Bu sava göre, Avrupa'nın siyasi bütünleşmesi sürecinin gelişmesi ve dolayısıyla da AB'nin uluslararası ilişkilerde rolünün artması, uluslararası gerilim ve ihtilafların şiddet dışı yöntemlerle ve uluslararası hukuk temelinde çözümlenmesi yolunda bir gelişme sayılmalıydı.
Dolayısıyla hükümetlerin bazı siyasi tercihlerine rağmen AB, ulus-devleti ve dolayısıyla da milliyetçiliği karşısına alan, özünde barışçıl ve emperyalizm karşıtı bir birlik olarak değerlendiriliyordu. Özellikle ABD'nin Irak'ı işgal ettiği dönemde önemsenen bir öğeydi bu ve Almanya ve Fransa ("eski Avrupa") ile ABD arasında o devirde söz konusu olan ihtilaf üzerine epey tartışılmıştı.
Yaşanan gelişmeler, bu çelişkinin konjonktürel bir anlaşmazlığa dayandığı, Fransa ya da Almanya'nın ABD'nin dış siyasetinin temel parametreleriyle herhangi bir çatışma içerisinde olmadığını açıkça gösterdi. Bombalar Bağdat'a düşmeye başlar başlamaz Chirac, Fransız hava sahasını ABD bombardıman uçaklarına açarak Amerika ordusunun "süratle" başarıya ulaşmasını diledi. Almanya'nın o dönemki "yeşil" dışişleri Bakanı Fischer de ABD saldırısına direnişin "bir an önce" kırılması temennisini ifade etti. Nihayetinde tektaraflılık-çoktaraflılık tartışması, Irak'ın yeniden inşası ihalelerinin kimin elinde kalacağı meselesiydi. Libya'ya karşı gerçekleştirilen son müdahalede, bilhassa Fransa ve İtalya'nın öncü konumu ise bu tip argümanların beyhudeliğini artık fazla söze gerek bırakmayacak bir açıklıkta ortaya koyuyor.
İkinci ve daha güçlü argüman, Avrupa'nın bir "sosyal model" oluşturduğu savıydı. Yani AB'nin Amerikan, Japon ya da Çin tipi modellerden oldukça farklı, onlara oranla "sosyal" vurgusu belirgin bir kapitalist toplum modeli niteliğine sahip olduğuydu.
Kuralsız ve "vahşi" diğer modellere nazaran Avrupa toplumsal uzlaşmayı temel alan, sosyal çatışmaları minimize eden bir iktisadi-sosyal model olarak savunulabiliyor ya da hiç değilse ehven-i şer olarak değerlendirilebiliyordu. Bu argümanla AB Anayasa taslağını, yani kıtada hangi renkten olurlarsa olsunlar hemen hemen bütün solcuların reddettikleri taslağı savunabilen sol kesimler dahi vardı Türkiye'de.
Bu argümanlar Türkiye solunun bir icadı değildi elbet. Avrupa solunun önemli bir bölümü açısından "Avrupacılık" adeta eskimiş (ve zamanla SSCB ya da Çin gibi bürokratik diktatörlüklerin dış politikasınca araçsallaştırılarak yozlaşmış) enternasyonalizmin bir ikamesi olarak işlev gördü (özellikle Avrokomünist olarak tanımlanan akımda). Avrupa bütünleşmesi milliyetçiliğe, içe kapanmacılığa ve militarizme karşı bir yanıt olarak görüldü (hatırlarsınız Türkiye'de özellikle bu görüş ziyadesiyle popülerdi).
Esasında uluslararası ilişkilerde uzlaşma ve hoşgörüyü temin edecek barışçıl Avrupa mitinin sol saflardaki kökü, Soğuk Savaş dönemine uzatılabilir. Bu görüşe göre, iki "süper güç", yani ABD ve SSCB arasında kalan Avrupa'nın özerk hareket etme kabiliyetini artırması, nükleer silahsızlanma ve muhtemel bir 3. Dünya Savaşı'nın önüne geçilmesi açısından tayin edici önemdeydi. Aynı argüman, Soğuk Savaş sonrasında bu kez ABD karşısında dengeleyici bir güç söylemiyle geri geldi ve solda ve daha genel olarak savaş karşıtı hareket içerisinde taraftar buldu.
Avrupa'nın kurallı-düzenli bir "sosyal" kapitalizm modeli oluşturduğu teziyse 1970'lerin sonundan itibaren gelen neoliberal dalga karşısında ciddi bir savunma hattı oluşturamayan solda ve özellikle de sendikal harekette çok tutuldu.
Neoliberal saldırı karşısında çözümü mevcut AB kurum ve kurallarında aramak, "Anglo-Sakson tipi" vahşi kapitalizmin tehdidine karşı bir dönem oldukça gönül ferahlatıcı oldu. Yakın geçmişte çokça dillendirilen "sosyal Avrupa" sloganı, özellikle Avrupa sendikal bürokrasisince başka bir Avrupa için bir mücadele çağrısı olarak değil, bir "sosyal model" olarak görülen mevcut AB kurumsallaşması dahilinde sosyal diyalogcu bir anlayışla yorumlandı.
Avrupa'nın Latin Amerikalaştırılması
Oysa Yunanistan, İrlanda ve son olarak da Portekiz'in karşı karşıya kaldığı "şok terapisi", emekçi sınıfların yaşam düzeylerinde 2. Dünya Savaşı sonrasında görülmemiş düzeyde bir düşüş dayatılması, yani tabir caizse Avrupa'nın "Latin Amerikalaştırılması", Avrupacılık söylencesine hiç değilse solda artık son verilmesi ihtiyacını açıkça ortaya koyuyor.
İşten çıkarmaların kolaylaştırılması, esnek ve güvencesiz çalışma ilişkilerinin yaygınlaşması, ücretlerin dondurulması, sosyal ödentilerin kesilmesi, sosyal güvenlik sisteminin sermaye lehine yeniden yapılandırılması, kamu kesiminde binlerce işten çıkarma, alt gelir gruplarını vuran dolaylı vergilerin artırılması, toplu sözleşme hakkının altının oyulması...
Yunanistan, İrlanda ya da Portekiz gibi ülkelerde gündeme gelen IMF-AB destekli önlemler paketlerinin birkaç başlığı böyle. Daha önce bir tekinin bile gündeme getirilmesi ciddi bir toplumsal tepkiyle karşılaşacak bir dizi "reform" önerisi tek seferde, bir şok terapi şeklinde ahalinin karşısına çıkarılıyor.
Kriz, Avrupa'nın mevcut bütünleşme biçiminin sermaye lehine olduğu gerçeğini, AB'nin hiç değilse Maastricht Antlaşması'ndan itibaren neoliberal temelde şekillendiğini bütün çıplaklığıyla ortaya koyuyor. Yani kriz, mevcut kurumlarıyla AB'nin bir bankalar ve şirketler birliği olduğunu gösteriyor. Avrupa Merkez Bankası'nın esas itibariyle bankalara ve finans kurumlarına hizmet ettiği, Avrupa Komisyonu'nun neoliberal itikadın dünya yüzeyindeki belki de en hararetli savunucularından oluştuğu Yunan ya da İrlanda örneğinde hemen her gün yeniden ortaya çıkıyor.
AB'nin üye ülkeler içindeki iktisadi eşitsizlikleri azaltan değil, bilakis körükleyen bir yapıya sahip olduğu artık hemen herkesin kabulü. Avro, bilhassa Alman sermayesinin ihtiyaçları doğrultusunda ücretlerin ve toplumsal harcamaların bastırılması ve çevrenin merkezin çıkarlarına tabi kılınması yönünde bir mekanizma olarak işliyor. IMF tipi "kemer sıkma" ve sıkı bütçe önlemlerini pervasızca dayatan AB kurumları ortadayken "sosyal Avrupa"dan bahsetmek en hafif tabirle abes kaçıyor.
Dahası, AB, toplumların temel çıkarlarıyla ilgili kararların giderek daha fazla seçilmiş değil de atanmış organlarda tartışıldığı bir birlik halini alıyor. Ulusal düzeyde, elbette dolayımlar ve engellerle de olsa, halkın denetimine açık olan kararlar artık uluslararası zirvelerde, Ecofin toplantılarında bir çırpıda alınıvriyor.
Tabii böyle bir konu, yani AB'deki "demokrasi açığı"nı tartışmak, bizim gibi demokrasi ile AB arasında doğrudan özdeşlik kurmanın bir takıntı derecesinde olduğu, AB'nin adeta demokratikleşmeyle eş anlamlı olarak algılandığı bir ülkede mümkün değil.
Oysa günümüzde AB'de karar mekanizmaları her türlü halk denetiminden giderek uzaklaşıyor. AB siyaseti gereksiz kılan ve neoliberal itikadın işler kılınmasına dönük teknokratik müdahalelerde bulunan bir kurumsal yapı haline gelmiş durumda.
Mesela Yunanistan'da AB ve IMF eksenli denetim mekanizması anayasayı açıkça ihlal edip askıya alarak bir olağanüstü hal rejimi oluşturuyor. Çalışma ilişkilerinin esnekleştirilmesi, deregüle edilmesi ya da toplu sözleşme rejiminde yapılan değişiklikler, anayasayı hiçe sayan ve parlamentoyu işlevsizleştiren, daha doğrusu noter düzeyine indiren bir çerçevede dayatılıyor.
AB'nin sınıfsal doğası
Biraz genellemek gerekirse: Avrupa'nın mevcut bütünleşmesi süreci aynı zamanda Avrupa mekânını belirli bir biçimde dönüştürüp yapılandırmaya dönük bir projedir ve bu projenin de sınıfsal doğası göz ardı edilemez. Bu sınıfsal içerik, Maastricht'ten Lizbon stratejisine, anayasal antlaşmadan AB ordusuna, göçmen politikasından Avrupa Merkaz Bankası'nın konumuna çeşitli biçimlerde somutlaşıyor.
AB kurumlarının "nötr" olduğuna dair bizzat AB bürokrasisinin yaydığı yanılsamayı reddeden böylesi bir yaklaşım, AB'yi yekpare bir bütün olarak görmek anlamına gelmez. Yani Avrupa'da elbette farklı toplumsal çıkarlar arasında çelişki ve çatışmalar mevcuttur. Ancak tıpkı ulus-devletin sınıf mücadelesinin bir alanı olmakla beraber "son tahlilde" burjuvazinin devleti olması gibi, AB de farklı çıkarlar arasında bir çatışma sahası oluşturmakla beraber nihayetinde Avrupa hâkim sınıflarının kontrolünde ve yönlendirmesiyle şekillenen bir birlik sürecidir.
Yani AB kurumlarıyla Avrupa hâkim sınıfları arasında "özel" bir bağ vardır. Üstelik, tabi sınıfların taleplerini siyasal alana yansıtabilmeleri, güç ilişkilerine müdahale edebilmeleri ulus devlet düzeyinde AB düzeyine oranla çok daha kolaydır.
Uzatmadan ölüler diyarı Hades'e ve Lithi ırmağına geri dönelim. Avrupa'da solun değişik kesimleri AB kurumları ve Avrupa'nın mevcut bütünleşme biçiminin sınıfsal içeriği hakkında giderek daha açık bir tutum almak durumunda kalırken biz ne yapıyoruz? AB'ye yaklaşım hususunda politik düzeyimiz bir on yıl öncesinin tartışmalarıyla sınırlı.
Hem de büyük ölçüde unutulmuş, günümüzde yaşanan gelişmeler ışığında yeniden ele alınma ve değerlendirilme ihtiyacı dahi hissedilmeyen tartışmalarla... Hafıza kaybı ölmüş olanların yeni mekânları Hades'e uyum sağlamalarını kolaylaştırıyordu. Peki biz? Öldük de farkında mı değiliz? (FB/ŞA)