15 Kasım Pazar akşamı République Meydanı’na gitmeye karar verdik. Paris saldırısının yaşandığı 13 Kasım Cuma akşamından beri “acil değilse evden çıkmayın ve neredeyseniz orada kalın” anonslarıyla neredeysek orada kalmıştık ve olup bitenleri anlamaya, eşe dosta ulaşmaya çalışıyorduk.
Cuma akşamı elimizde telefonlarla televizyonun karşısına çökmüş, her dakika kötüleşen haberleri, rehinelerin durumunu canlı yayında izliyorduk.
Cumartesi günü de saldırının detaylarını, yaşamını yitirenlerin hayatlarını ve hayatlarının son dakikalarını anlatan haberleri onlarca kez okuduk. Bir futbol maçı, bir konser, birkaç restoran ve bar…
Turistlerin değil de Paris’te yaşayanların daha iyi bildiği çokkültürlü mahallelerde, herkesin gidebileceği mekânlarda geçirilen son dakikalar…
Sirenler Cumartesi günü de hiç susmamıştı.
Pazar günü artık sokağa çıkmamız gerekiyordu! Ekran başında her şey çok uzaklaşıyordu, büyüyordu, acayipleşiyordu. İnsanları görmek, sokakta yürümek, her zaman gittiğimiz ve o akşam tesadüfen orada olmadığımız sokak ve mekânlara uğrayıp yüzleşmek ve yası yaşamak bir ihtiyaç ve görevdi sanki.
Önce bir arkadaşımla parka gidip çimlere uzandık. Oynayan çocukları ve gökyüzünü seyrettik. Saldırı dışında bir şeylerden bahsetmeye çalıştık ve sustuk. Sonra yola koyulduk.
République Meydanı : “Korkmuyoruz!”
Metrodan çıkıp République Meydanı’na varmadan önce bu kadar büyük bir kalabalık görmeyi beklemiyorduk. Meydan ve meydana bağlanan tüm sokaklar hıncahınç insan doluydu.
Çok fazla polis de vardı elbette ama o kalabalıkta fark edilmiyorlardı sanki. En çok gördüğümüz yazılama şöyleydi : “Korkmuyoruz!”
Ve bir adam yüksek sesle söyleniyordu: “Korkmuyoruz yazıp durmayın, korkuyoruz işte!”
Paris’te bir olay olunca yahut bir eylem varsa akla ilk gelen République Meydanı’na çıkmaktır. Olağanüstü hal nedeniyle eylemlerin birkaç gün daha yasak olduğu Paris’te herkesin sokakta olması harika bir şeydi!
Duvarlardaki yazılara baktık, şarkı söyleyenleri biraz dinledik, insanların yüzlerindeki ifadeleri anlamaya çalıştık, sönen mumları yakmaya çalışan küçük sokak kızıyla bakışlarımız kesişti.
Camdaki kurşun izleri
Oradan kanal kenarına gitmeye karar verdik. République’ten kanala inen yol da hıncahınç doluydu. Kanala vardığımızda karşı köşenin saldırılan restoranlardan biri olduğunu önündeki kalabalıktan anladık. Restoranın önünde durup oraya bakan insanlara katıldık. Yüzlerce çiçek bırakılmış, mumlar yakılmıştı. Camlarda kurşun izleri vardı. Biz de o izlere baktık.
Sonra kanala doğru döndük, arkadaşlarımızı bulmak üzere. Kucaklaştık sıkı sıkı, biraz oturup sohbet ettik. Hemen birkaç tartışma konusu açılıverdi.
Ne güzeldi insanların sokaklara çıkmış olması! Acaba biz mi çok anlam yüklüyorduk? Yine de bunu görmeyi beklemiyorduk, hele de saldırıların yaşandığı bu bölgede. Yoksa yanlış mı düşünüyorduk? Gerçekten durumu değiştirebilecek bir şeyler yapmadan rahatlayıp sönümlenecek miydi bu hal?
Ama o “Fransız polisi ne kadar iyi, kimseye saldırmadılar” cümleleri de neydi öyle? Her devletin varlığını ve gücünü kabul ettirmek için farklı yöntem ve söylemlere başvurduğunu bilmiyor muyduk?
Hatta bunların zamanla değiştiğini de biliyorduk aslında? İnsanlığa dair gördüğümüz şeylerin bizi bu kadar büyülemesi nedendi? Peki ya olağanüstü hal? Güvenlik özgürlükten önce gelir fikri ağır basacak mıydı? “Korkmuyoruz yazıp durmayın, korkuyoruz işte!”
Tartışma çok uzamadan, kalkıp Belleville’e doğru yürüdük. Bildiğimiz küçük bir restorana vardık. Tam içeri girmiştik ki bir arkadaşımızın ablası aradı, “Marais’de insanlar çığlık çığlığa kaçışıyor bir şeyler oluyor dışarıda durmayın” dedi.
Panik olmuşlardır bir şey yoktur, burada kalalım dedik. Ablası tekrar aradığında siren seslerini biz bile duyduk ve bu sefer hemen telefonlarımıza yöneldik bir bilgi almak için.
Twitter’da Marais’de silahlı birilerinin olduğu haberi dolaşıyordu ama kimsenin kesin bilgisi yoktu. Restorandaki diğer müşterilerin de bir bir telefonları çalmaya başladı. Herkes telefondaki yakınını sakinleştirmeye, sonra da telefona gömülüp bir haber bulmaya çalışıyordu.
Bu arada yanımıza gelip siparişimizi soran garsona birkaç sipariş verdik, şaşkın bir halde.
Twitter’daki haberler République’te de bir olay olduğunu yazmaya başlamıştı. Arka masamızdaki adam “İşte her şey yeniden başlıyor!” dedi yüksek sesle bizlere bakarak.
Onun yanındaki masadakiler “Neler oluyor bu haberler gerçek mi?” dedi. Yan masamızdaki anne-oğul endişeli bakışlarla bizi dinliyor, karşı masadaki turist kadınlar neler olduğunu soruyordu.
Restoranda zaten altı masa vardı. Birbirini tanımayan bizler haberlerin gerçek olup olmadığını tartıştık birkaç cümleyle. Cuma gecesi kaybettiklerimiz de bir terasta bir şeyler içiyorlar, bir doğum günü kutluyorlar ya da bir restoranda siparişlerini bekliyorlardı.
Sonraki ânı -çok basit olmasına rağmen- hiç unutmayacağım sanırım. Konuşmanın öznesi olan herkes birbirinin yüzüne baktı teker teker. Ne düşünüyorduk o an bilemiyorum ama ben de öyle dikkatli bakmışım ki arka masamızdaki tok sesli adam, onun yan tarafındaki bereli genç ve yan masamızdaki annenin endişeli suratı zihnime kazınmış gibi.
Birbirimizin ne düşündüğünü anlamaya, durumun ciddiyetini ölçmeye çalıştık belki… Ya da bir ihtimal, bir saniyeliğine de olsa, hayatımızın en korkutucu anlarını bu insanlarla birlikte mi geçireceğiz düşüncesi geçti zihnimizden.
Tüm bunlar birkaç saniyelik şeylerdi aslında. Ve şimdi yazarken bile utanıyor insan. Şehirleri abluka altında olanları, o anları gerçekten yaşayanları düşündüm… Bunu düşünmek çok ağırdı.
Ablası ısrarla arayan arkadaşımız “çok huzursuz oldum yemek filan yiyemeyeceğim” dedi. Biz de “gerçekten ne yemeği yahu” dedik. Özür dileyerek garsondan iptal etmesini rica ederken arka masadakiler hızla ayaklandılar. “Biz gidiyoruz haberler iyiye benzemiyor” dediler. Onlar kalkınca başka bir grup da alelacele kalktı.
Bizim yan masamızda oturan anne çocuk da daha yemeklerini yarılamamışlardı ki anne çocuğu hızla giydirmeye başladı. Çocuk neden kalktıklarını soruyor, anne cevap vermeden onu giydirmeye devam ediyordu. Biz de kalktık.
Restoran önünde son bir an durduk telefonlarımıza ve birbirimize baktık. “République tarafına gitmeyin.” dedi tok sesli adam “ne olur ne olmaz”. O yönden gelen araçlar çok hızlıydılar, iyiye işaret olamazdı. Siren sesleri çoğalıyordu.
Yine aynı yönden bize doğru hızla gelen insanlar vardı. Biz de o yönün aksine doğru yürümeye başladık. “Dağılmayalım” dedik, “bizim ev daha yakın oraya gidelim.”
Ya eve yürüyecektik -30-35 dakika sürerdi- ya da taksiye binecektik. Kırk yılda bir Paris’te taksiye bineceksek herhalde o bu geceydi diye düşünüyorduk.
Taksi aradığımız dört yol ağzında tüm araçlar aşırı hızlı hareket ediyor, yürüyenler koşmaya başlıyor, taksiler durmuyordu. Marais ile başlayıp République’e gelen panik bize de ulaşmıştı.
Panik dalgasıdır diye düşündüğümüzden kendimizce sakindik ama çevremizdekilerin telaşı elbette bulaşıcıydı. Hiçbir güvenilir bilgi alamıyorduk.
Eve dönüş ve sokakları yeniden doldurmak
Sonunda bir şekilde eve ulaştık. Öğrendik ki Marais’de gerçekten silah sesine benzer bir gürültü olmuş. Bunu ilk duyanlar panikle koşmaya başlayınca onları görenler de koşmaya başlamış ve bunu tweet atanlarla birlikte onları görmeyenler de koşmaya, saklanmaya başlamış. Söylentiye göre bir sivil polis de elinde silahıyla olay yerine gelince işler çığırından çıkmış. République Meydanı’nda da benzer anlar yaşanmış.
Eve vardığımızda çoktan ortalık durulmuştu, eve döndüğümüze üzüldük ve canlı yayında insanların yeniden République Meydanı’nı doldurmalarını izledik. Yemek yedik. Hiç âdetimiz olmamasına rağmen selfie çektik, İstanbul’dan gelen acayip selfie sopasının büyüsüne kapılarak. Belki de, bilmeden bu geceyi ölümsüzleştirmek için…
Çünkü, bir an için bile olsa, eğer ki haberler doğruysa, belki de eve o gün çıktığımız gibi dönemeyebileceğimizi düşünmüş olabilirdik, bilemiyorum, dramatikleştirmek istemiyorum.
Sonra gruptaki erkekler nereden akıllarına geldiyse irmik helvası yaptılar ve uzaktan duyduğumuz kadarıyla fizikle alakalı bir şeyler tartışırken çay demlediler. Biz Scrabble oynamaya başladık. Sonra onlar da bize katıldılar. Çok acayip kelimeler bulduk. Her anıyla acayip bir akşamdı.
Önce o kalabalıkları görmek hepimize çok iyi geldi. Sonra kolektif korku haline tanık olduk. Sokaklardaki cesaret de, korku da bulaşıcıydı. Her ikisini de yaşadık o gece. Sonra gerçek anlaşılınca sokakların yeniden dolmasına da sevindik.
Sokağın hissi yahut “ödlekler cesurdur”
O geceki ruh halimizi hep sokak belirledi. O geceden beri aklımda W. Saroyan’ın kitabının ismi dönüp duruyor: “Ödlekler cesurdur”. Bu sabah Paris’te hala siren sesleri var. Üniversiteye çantalarımız aranarak ve kimlik kontrolüyle girdik. Hükümet olağanüstü hali en azından üç aya kadar uzatmak istiyor.
Fransa’nın hala tehdit altında olduğu konuşuluyor. Ama bunlardan çok ruh halimizi sokak belirliyor. Cesaret ve korku iç içe geçmiş haliyle karşımızda. Birbirinin zıddı gibi görünen bu iki kelime aslında birbirini tamamlıyor. 13 Kasım’da dehşet anlarını yaşayanlar, yaralı kurtulanlar da bunu anlatıyorlar bize.
Yardım gelene kadar elini tutan tanımadığı o adamı arayan genç kadın, bir şekilde Bataclan’ın çatısına çıkmayı başarmış olanları pencereden evine alan ve saatlerce karanlık evde onlarla birlikte bekleyen yaşlı ev sahibi, tanımadığı bir kadını korumaya çalışırken yaşamını yitiren genç, korkuyla Bataclan’ın üst katında bir cama çıkan ama orada durmaya daha fazla gücü yetmediği için yardım isteyen kadına saklandığı yerden çıkıp yardım eden adam, içeridekilerin kaçması için arkadaki çıkış kapısını açmak üzere geri dönen güvenlik görevlisi, tanık olduklarını anlatırken kameraya bakıp “Bunlar alçaklar! Ama biz yaşamaya devam edeceğiz.” diyen kadın…
Sadece bunlar değil, sadece Paris değil, tarihimiz hep bunu anlatıyor bize ve bugünümüz.
Hepimiz farklı deneyimlerden biliyoruz, insanız, yaşamayı seviyoruz ve evet bazen korkuyoruz. Ama bir arada olduğumuzda ruh halimizi belirleyen bizim hissimizden öte çevremizdeki insanların, sokağın hissi oluyor.
Dünyanın neresinde olursak olalım, Paris’te Silvan’da Beyrut’ta Ankara’da, sokağın hissini yaratmak bizim elimizde. Elimizdeki en kıymetli şeylerden biri belki de bu, sokağın hissi. (ST/EA)