Başbakanın son zamanlarda yoğunlaşan otoriter ve milliyetçi üslubu, “AKP içinde baraj kapaklarının açılması”na benzer bir etki yarattı. AB uyum süreci, ordunun kuşatması, kendi tabanının belli talepleri için “özgürlük” referansına ihtiyaç duyulması gibi faktörler, AKP’yi demokrasi ve sivillik hedefinin merkezdeki taşıyıcısı rolünü üstlenmeye zorlamıştı. Bu durum, belli ki parti içinde bir basınç yaratmış; milliyetçi dilin ve otoriter zihniyetin açıkça dışa vurulmasını önemli ölçüde engellemişti. Cemil Çiçek’in bu yöndeki çıkışları, herhalde parti içindeki bazı çevrelerin gazını almaya yetiyordu.
Şimdi bu setler, bizzat Başbakan’ın eliyle yıkılınca, diller de çözüldü. Ama ne çözülme! Milli Savunma Bakanı Vecdi Gönül’ün zemheri gibi soğuk itirafı, birçok açıdan önemli; ama bilhassa Başbakan’ın “tek millet” narasının içini doldurması açısından özel önemi haiz. Zira kendilerini “bu tek”in içinde görmeyenlerin, “başka sayanlar”ın başına neler geldiğini ve neler gelebileceğini, hiçbir vicdan sızısı işareti içermeyen bir ifadeyle hatırlattı. Başbakan ile Bakanının sözleri bir arada okunduğunda, geçmişin zihniyetinin genel olarak siyasal kültür üzerindeki belirleyici etkisi çıplak bir şekilde teşhis edilebilir. Sık sık vurguladığım gibi, AKP de bu kültürün dışında değildir.
Yozgat Milletvekili Abdülkadir Akgül’ün pervasız babalanması ise, Başbakan’ın hem “ya sev ya terk et” hem de “pompalı tüfek” çıkışının içini doldurması açısından çok önemli. Ne diyor bu zat: “Devletime, milletime karşı gelenleri vurmaktan hoşlanırım.” Yani ya kendini inkâr emek suretiyle “o tekliğin” içinde kalacaksın, ya da vurulacaksın ve üstelik bu vurma işini seni düşman sayan herkes yapabilir. Bunun, “millet için kurşun sıkan da kahramandır” sözünden bir farkı var mı Allah aşkına!
Böylece, milliyetçi ve otoriter zihniyetin geçmişimizi kana bulayan ve karanlığa hapseden, böylece bugünümüzü ipotek altına alan bütün lanetli kalıpları önümüze serilmiş oluyor.
AKP’li veya AKP’ye yakın bazı yazarlar, DTP’nin tutumunu ve PKK şiddetini gerekçe göstererek, Başbakan’ın sözlerini ve tavrını mazur göstermeye çalışıyorlar; ki bunların çoğu, yakın zamana kadar demokratlığı kimseye bırakmıyor, sivilliği dillerinden düşürmüyorlardı. Bu nafile çabalar, siyaseten ilkesizliğe, ahlâken de ciddî zaaflara işaret ediyorlar. Başbakan’ın durumu da aynıdır. Çünkü geçmişte kendisine ve partisine yapılan bütün haksızlıkları, “öteki” bellediklerine ve diş geçirebildiklerine eksiksiz bir şekilde yapmak, sadece siyasî değil, aynı zamanda ahlâki bir sorundur.
Başka bazıları, Başbakan’ın sözlerinin geçici bir öfkenin ürünü, diğer kişilerin çıkışlarının da münferit olduğunu söylüyorlar. Böyle olmasını, demokrasi ve toplumsal barış adına ben de çok isterdim. Ama korkarım ki, durum pek öyle değil. Zira AKP, çoğulcu demokrasiyi kendi başına bir hedef ve değer olarak gören bir zihniyet üzerine inşa edilmemiştir; sistemli bir demokrasi projesine de sahip değildir. Daha önceki yazılarımda altını çizdiğim gibi, AKP, “iç bileşenleri, çekirdek tabanı, siyasal kimliği ve bütün bunların bir ürünü olarak ortaya çıkan çoğulcu demokrasi konusundaki yapısal zaafları nedeniyle, otoriter modernlik hattının demokratik eksende kırılmasını sağlayacak bir özne rolünü tek başına ve sonuna kadar yürütebilecek bir hareket değildir.”
Tırmanan şiddet, yükselen gerilim ve artan kutuplaşma, memleketi çetin bir sınavla karşı karşıya bırakıyor. Kuşkusuz AKP’nin ve Başbakan’ın tutumu, otoriter ve milliyetçi düzen hesaplarını takviye etmiş; Kürt sorununun barışçıl çözümü ve demokratikleşme yönündeki çabalara darbe vurmuştur. Bu ağır havadan çıkabilmek için, demokrasiyi varoluş sebebi ve programının temel hedefi olarak gören güçlü bir toplumsal harekete, yani "gerçek bir demokratik siyasal özne"ye ihtiyaç var. Böyle bir hareket ve özne, aynı zamanda bir vicdan işlevi görecek ve AKP dahil muhtelif oluşumları demokratik tavır konusunda samimiyet muhasebesine zorlayacaktır. O halde, yeterince vakit kaybedildi; bir an önce harekete geçmek lazım.
Mümtazer Türköne için bir not: Geçen Salı günü, NTV’de Can Dündar’ın yönettiği “Neden” programında Mümtazer Türköne’yle uzun sayılabilecek bir “diyalog”umuz oldu. Canlı yayında, Türköne’ye, sözleriyle beni şaşırttığını söylemiş ve bunun nedenlerini açıklamıştım. Türköne, iki gün sonra, 13 Kasım tarihli Zaman gazetesindeki köşe yazısının sonuna, bu diyalogla ilgili bir not düşmüş. Notu aynen aktarıyorum: “Gerekli bir ilavede bulunmalıyım. NTV'deki Can Dündar'ın programında Profesör Mithat Sancar'ın DTP'nin tırmandırdığı kitlesel şiddeti (Çocukların ellerinde taşlarla polisin önüne sürülmesini ve arabaların yakılmasını), Fransa'daki banliyö olaylarını emsal ve toplumsal sıkıntıları gerekçe göstererek meşrulaştırmaya çalışması beni büyük hayal kırıklığına uğrattı. Aydınların ortak sorumluluğunun, şiddetin her türüne karşı çıkmak olduğunda ısrar ediyorum.”
Bu notu okuyunca, doğrusu çok şaşırdım. Programdaki şaşkınlığım, Türköne’nin siyasi tutumuna ve tespitlerine ilişkindi; şimdiki şaşkınlığım ise, akademik ve bilhassa etik boyutlara dairdir.
Dileyen, o diyalogun tam metnini http://www.ntvmsnbc.com/ntv/metinler/neden/20081111.asp adresinden okuyabilir. Ben birkaç noktayı vurgulamakla yetiniyorum:
Şiddeti yaratan faktörlere dikkat çekmek, onları sorgulamayı ve tartışmayı talep etmek, şiddet fenomeniyle uğraşan bütün ciddî bilim insanlarının görevi değil midir? Bunu yapmak, ne zamandan beri ve hangi akademik ölçütlerle şiddeti meşrulaştırmak sayılıyor?
Öte yandan, bir canlı yayın için epeyce uzun sayılabilecek bir süreye yayılan bir diyalogun bir bölümünü iki cümleyle ve kötü bir özetle aktarmak, böylece o sözlerin bağlamını programı izlememiş olan okurların bilgisinden esirgemek ve sonra bunun üzerine önemli bir ithamda bulunmak, hangi etikle “meşrulaştırılabilir”, çok merak ediyorum.
Ve nihayet, Türköne’nin değerlendirmesi, ne yazık ki bana, Kürt sorununun tartışıldığı her zeminde ve zamanda, geniş bir çerçevede ve farklı açılardan düşünme ve sorgulama önerilerine yöneltilen “tehlikeli itham klişesi”ni hatırlattı. Böylesi ithamlar, açık ya da örtülü, başta konu ettiğim provokatif zihniyetin yansımalarıdırlar. Bir bilim insanı ve demokrat olduğunu söyleyen Türköne'nin bu üsluba iltifat etmemesi beklenirdi. (MS/EÜ)
* Mithat Sancar'ın yazısı 18 Kasım'da birgün gazetesinde yayınlandı.