Magnus von Horn’un The Girl with the Needle (Şişli Kız) filmi, ilk bakışta I. Dünya Savaşı sonrası Kopenhag’ın yoksulluğunu ve toplumsal kaosunu anlatan bir dram gibi görünse de bir kadının bireyleşme[1] hikayesi olarak da değerlendirilebilir.
Bu bağlamda, film Jungcu sembolizm ve arketiplerle ele alındığında Karoline’nin bedenini kontrol etmek için iğneyi kullanması, Dagmar’ın “karanlık anne” figürü olarak varlığı, savaş sonrası dönen yaralı koca ve mekânların karanlık sembolizmi bir bütün olarak kolektif bilinçdışı, gölge, arketipler üzerinden okunabilir.
Karoline’nin içsel yolculuğu
Filmde Karoline, en başından itibaren mağdur konumunda sunulur: Kirasını ödeyemez, savaşta kaybolduğu sanılan kocası dönmemiştir, işten çıkarılır ve sonunda istemediği bir hamilelikle karşı karşıya kalır. Jungcu bakış açısıyla, bu başlangıç durumunu ruhsal bir “düşüş” veya “yitiklik” olarak adlandırabiliriz.
Yitiklik, bireyin dış dünyayla uyum sağlamayı başaramadığı, dolayısıyla kendi iç dünyasına doğru çekilmek zorunda kaldığı bir evreyi imler.
Mağdur arketipi, kişinin gerçek “ben”ini (self)[2] gerçekleştirmeden önce, acı ve çaresizlik içinde kendini tanıma sürecini tetikler.
Buradaki kilit nokta, Karoline’nin bu mağduriyet halini kabul etmekten ziyade, içsel bir güç keşfetmeye doğru ilerleyip ilerlemediğidir.
Zira bireyleşme sürecinde, Jung’un kavramlarıyla söyleyecek olursak kişi gölge unsurlarıyla, yani bastırdığı ve kabul etmediği yönleriyle yüzleşmek zorundadır. Karoline’nin hamilelik, yoksulluk ve dışlanma gibi faktörlerle baskı altına girişi, onu özünde kendi “gölgesini” görmeye adım adım itecektir.
Jung’a göre gölge, bireyin ya da topluluğun saklamak, bastırmak ya da yadsımak istediği tüm duygu ve eğilimleri barındırır. Karoline’nin “kendine kürtaj yapma” girişimi, onun kendi bedenini ve iç dünyasını ne ölçüde inkâr edebileceğinin sembolik bir anlatısı olarak karşımıza çıkar. Burada gölgenin “yaşamı yok etme” dürtüsü, Karoline üzerinden dışa vurulur: İstemedikleri, acı veren ve “kötü” olarak etiketlenen şeyi (yani istenmeyen bebeği) bedenden kesip atmaya çalışır.
Bu sahnede, Karoline içindeki öfke, korku ve umutsuzluğu dikiş iğnesine yansıtır. Hem yaratıcılığın (terzilik, dikme, onarma) hem de yıkıcılığın (kendi bedenine zarar vererek bebeğinin hayatını sonlandırma) sembolüdür. Karoline’nin bu noktaya gelişi, gölgede saklanan “çaresiz öfke” ve “kendi bedeni üzerinde söz hakkı” arayışının da dışa vurumudur. Gölgeyle yüzleşme, bu eylemin ardından hızlanmaya başlayacaktır.
Karanlık Anne (Dark Mother) Arketipi
Filmin en dikkat çekici karakterlerinden biri olan Dagmar, ilk etapta Karoline’yi hamamda “kurtaran” biri gibi görünür. Oysa ilerleyen sahnelerde bebeği para karşılığı başkalarına veren veya onları öldüren bir figüre evrilir. Dagmar, “karanlık anne” arketipini temsil eder: Koruyucu görünüp şefkat sunma vaadinde bulunurken, özünde yıkıcı ve merhametsiz davranışlar sergiler. Geleneksel anne arketipi, besleyen, büyüten ve koruyandır; karanlık anne ise bunların aksine, yaşamın ve güvenin temellerini içten içe yok eder.[3]
Dagmar’ın karanlık oluşu, aynı zamanda Karoline’nin gölge yönlerinin dışarıda somut bir “ayna” bulması demektir. Karoline hamileliğini sürdürmeye zorlandığında, “Ben ne yapacağım? Bu çocuğa nasıl bakacağım?” gibi sorulara cevap ararken Dagmar, “Onu ortadan kaldırabiliriz” veya “Doğar doğmaz birine satabiliriz” diye seçenekler sunar. Bu, Karoline’nin bastırdığı duyguları ve korkuları Dagmar üzerinden görmesine neden olur. Bir bakıma Dagmar, Karoline’nin kaygı ve isyan dolu gölgesinin “dışa vurmuş” halidir.
Toplumsal gölge ve manipülasyon
Jung’un kuramında, gölge yalnızca bireyin içinde değil, toplumsal düzlemde de var olur. Savaş sonrası Kopenhag’da açığa çıkan sefaletin, toplumsal çürümüşlüğün ve ekonomik zorluk yaşayan kadınların bebeklerini “elden çıkarma” mecburiyetinin kolektif gölgesi, Dagmar karakterinde cisimleşir. Filmin ilerleyen kısımlarında ortaya çıkan gerçekler, Dagmar’ın “merhamet” ifadesinin ardında şiddet ve ölüm olduğunu açığa çıkarır.
Karoline, bu noktada Dagmar’ı hem çekici hem de tehlikeli bulur. Çünkü bir yandan Dagmar, Karoline’ye “senin yerine sorununu çözerim” diye seslenir; diğer yandan Dagmar’ın uyguladığı yöntemler Karoline’nin vicdani yönleriyle çelişir. Bu ikilem, Karoline’nin kendisini arındırmasını ve kendi gölgesini dönüştürmesini zorunlu kılar.
Dagmar’ın savunması ise, bireysel bir suçlunun bahaneleri olmaktan çok, toplumu kendi gerçeğiyle yüzleşmeye zorlayan bir ayna işlevi görür. O, toplumun kendisini suçlayarak rahatlamasına izin vermez, aksine kendisini savunur: “Beni yargılamadan önce aynaya bakın. Bu bebekleri bana getiren kimdi? Onları büyütmeye gücü yetmeyen anneler değil miydi? Siz olsaydınız ne yapardınız? Böyle bir dünyada bu çocukların nasıl hayatta kalacağını düşündünüz mü?” Bu sözlerle, toplumun en karanlık yanını açığa çıkarır. Onun cinayetleri, bireysel bir kötülüğün sonucu olmaktan öte toplumun göz ardı ettiği, dile getirmeye cesaret edemediği taraflarının doğrudan bir sonucudur. Dagmar, onların “kurtarıcısıdır” ve onun varlığı, sadece kendi içsel gölgesini değil, toplumun da bastırdığı duyguları ve vicdan azabını açığa çıkarır.
“Yaralı Savaşçı” ve Yanıltıcı Animus’un Kayıp Yüzü
Karoline’nin animusu, iki temel figürün birleşimiyle şekillenir: Savaşta yaralanarak geri dönen maskeli koca ve fabrikadaki patron yanıltıcı Jørgen. Jungcu analizde animus, kadın bilinçdışında yalnızca bir aşk nesnesi değil, aynı zamanda irade, mantık ve karar alma mekanizmasını şekillendiren bir figürdür.
Ancak Karoline’nin yaşadıkları, onun içsel animusunu yaralı, güvenilmez ve bağımlılık yaratan bir hale getirmiştir. Maskeli koca, travmatik ve eksik animusu temsil ederken, Jørgen ona yanıltıcı bir güç vaadi sunar. Ancak bu iki figür, Karoline’nin kendi içsel yolculuğunda, bağımlı olduğu ve sonunda yüzleşmek zorunda kalacağı kendi eril yönleri ile onu yüzleşmeye zorlar.
Yaralı kocanın maskesi, Karoline’nin kendi animusuna dair gerçeklikle yüzleşmekte zorlandığını ve onunla doğrudan temas kuramadığını da gösterir. Savaşın bıraktığı izler, yalnızca kocasının bedeninde değil, Karoline’nin bilinçdışında da derin yaralar açmıştır. Karoline’nin dış dünyada daha güçlü bir animus arayışında da Jørgen devreye girer.
Jørgen, Karoline’ye ilgi gösteren, güçlü görünen ancak gerçek bir dayanak sunmayan bir figürdür. Jung’a göre, kadın bilinçdışında olgunlaşmamış bir animus, genellikle bu tür yanıltıcı ve ulaşılmaz erkek figürlerinde kendini gösterir. Jørgen’in Karoline’ye olan ilgisi, ona geçici bir güven hissi verir.
Ancak Karoline’ye vaat ettiği gelecek, yalnızca bir illüzyondan ibarettir. Jørgen’in fabrikadaki konumu ve toplumsal gücü, Karoline’nin toplum içinde bir dayanak arayışını simgeler. Yaralı kocanın savaşın travmasını taşıdığı gibi, Jørgen de toplumsal düzenin baskılarını taşır ve kendi statüsüne bağlı kalır.
Jørgen de bir kurtarıcı değildir. Karoline’nin bağımsızlaşma sürecinde, hem savaşın travmatik izlerini taşıyan yaralı koca hem de yanıltıcı Jørgen aslında onun içsel animusunun eksik ve çarpık yönlerini temsil eder. Yaralı ve yanıltıcı animus, Karoline’nin Dagmar gibi karanlık anne figürüne de açık olmasına; aynı zamanda gölge yanına giden yolun sonuna kadar açılmasına da neden olur.
Gölgeler, semboller ve metaforlar
Karoline’nin terzi olması, iğnenin iki uçlu işlevini ön plana çıkarır: Bir yanda yaratıcı bir eylem olarak dikiş dikmek, giysi üretmek, onarmak; diğer yanda yıkıcı bir eylem olarak iğneyi bedenine saplayarak bebeğini sonlandırmaya çalışmak. Jungcu bakışta, bir araç veya sembolün karşıtlıkları içermesi, ruhsal bütünlüğün ifadesi olarak görülür. İğne, “birleştirici” potansiyele sahipken, aynı zamanda “ayırıcı” ve “yaralayıcı” olabilir. Bu, Karoline’nin bilinç ve bilinçdışı çatışmasını daha da görünür kılar.
Yaratıcılık ile yok etme arasındaki bu ikilik, Jung’un enantiyodromia (karşıta dönüşme) ilkesini akla getirir. Bir şeyin aşırı uçlarından diğerine geçiş, ruhsal dengede zorunlu bir salınım olabilir. Karoline, iğneyle bebeğini yok etmeye kalkışırken, gerçekte kendi içsel potansiyelini de yok etme riskine girer. Ama aynı iğne, ileride ona “yaralarını dikme” ya da “kendini onarma” olanağı da sunabilir.
Karoline’nin hamamda kürtaj denemesi, suyun temizleyiciliğini ve anne rahmini temsil eden sıcaklığa atıfla okunabilir. Jung, suyu çoğu zaman bilinçdışının simgesi olarak ele alır; derinlere dalmak, bilinçdışı içeriklerle yüzleşmek demektir. Hamamdaki sahnede, Karoline çırılçıplak, savunmasız ve korku içindedir. Bu sahnede, Karoline’nin çıplak bedeni ve suyla olan teması, onun bilinçdışına doğru bir inişini, içsel bir dönüşüm sürecini ve korkularıyla yüzleşme anını temsil eder.
Kadınlar hamamı, tarihsel olarak sadece bir temizlik mekânı değil, aynı zamanda kadınların toplumsal olarak bir araya geldikleri, deneyimlerini paylaştıkları ve geçiş ritüellerinin (rites of passage) gerçekleştiği bir alan olarak var olmuştur. Burada kadınlar, annelik, doğurganlık, evlilik ve cinsellik gibi konular üzerine konuşabilir, birbirlerini destekleyebilir ve bedensel süreçlerini gözlemleyebilirler. Ancak Karoline için bu mekân, dayanışma getiren bir alan olmaktan ziyade, kendi acısı ve yalnızlığıyla yüzleştiği, bedenini kontrol etme çabalarının başarısız olduğu bir yer hâline gelir.
Su, özellikle dişil bir motif olarak rahmi anımsatır. Bu sahnede “rahme dönme” veya “kendini yeniden doğurma” ihtimali varken, Karoline bedeni üzerinden “bir yaşamı sonlandırma” iradesini göstermek ister ancak başarılı olamaz. Bu, onun içindeki yeniden doğuş ve ölüm karşıtlığının yüzeye çıktığı andır. Tam da bu nedenle, Dagmar’ın ilk kez ortaya çıktığı yer hamamdır; çünkü Karoline’nin gölge yönü, suda (bilinçdışında) “kurtarıcı” kisvesiyle belirir. Bu bağlamda, hamam Karoline için de bir geçiş (liminal space) olarak ortaya çıkar. Su ise, burada sadece bir arınma değil, aynı zamanda manipülasyonun ve kaçınılmaz olarak dönüşümün mekânı hâline gelir.
İlerleyen sahnelerde, bilinçdışıyla bilinç arasındaki sınırları bulanıklaştırarak bireyin gerçeklik algısını zayıflatan bir sembol olarak eter/uyuşturucu karşımıza çıkar. Karoline’nin eter kullanmaya Dagmar’ın evinde başlaması, onun yalnızca fiziksel olarak değil, ruhsal olarak da karanlık annenin etkisi altına girdiğinin sembolüdür. Eterin etkisi altında Karoline, giderek kendi iradesini kaybeder, Dagmar’ın dünyasını sorgula(ya)maz hâle gelir ve onun sunduğu etik anlayışı içselleştirmeye başlar.
Bu süreç, bireyleşme yolculuğunda gölgenin bireyi bütünüyle yutma tehlikesine işaret eder. Eter, yalnızca bir uyuşturucu değil, aynı zamanda Karoline’nin özgürlüğünü ve bağımsız karar verme yetisini elinden alan bir araçtır. Eterin, Karoline’nin acılarını hafifletmesi için Dagmar tarafından sunulması da karanlık anne arketipinin manipülatif yanına gönderme yapmaktadır.
Karanlık anne, bir çocuğu (veya bireyi) büyütmek yerine onu bağımlı kılar, onun bireyleşmesine engel olur ve özgürlüğünü elinden alarak kendi gölgesiyle bütünleşmesini sağlar. Ancak film ilerledikçe, Karoline’nin bu bağımlılıktan kurtulmaya çalışması, onun Dagmar’ın dünyasından kopma ve kendi iradesini yeniden kazanma çabasını gösterir. Bu nedenle, eterin Dagmar’ın evinde kullanılmaya başlanması, Karoline’nin kendi karanlığıyla yüzleştiği ve özgürlüğünü kaybetme eşiğine geldiği kritik bir dönüm noktasıdır.
Karanlık Oda ve Damlayan Tavan
Karoline’nin taşındığı odanın, tavanından su damlayan rutubetli ve ışıksız olması, onun içsel karanlığını sinemasal anlamda da somutlaştırır.
Jungcu rüya analizlerinde, ev veya oda genellikle “benlik” veya “psyche”nin yapısal bir ifadesi olarak görülür. Bir odanın karanlık, rutubetli ve dağınık olması, kişinin iç dünyasındaki karmaşa ve umutsuzluğa gönderme yapar.
Damlalar, bilinçdışının sızıntılarını andırır. Yüzeye çıkamayan ya da çıkması engellenen duygular, damla damla karanlık odaya akmaktadır. Karoline bu odada örgü örmeye devam ettiğinde, aslında ruhsal olarak varlığını sürdürme çabasında olduğunu görürüz. Jungcu bakışla, örgü örmek bir tekrarlayıcı eylemdir ve bilinçdışıyla istemsiz bir teması da sembolize edebilir.
Ayrıca, Antik mitolojide Moirae (Kader Tanrıçaları) insan hayatını iplikler aracılığıyla dokur ve keser. Karoline‘nin örgü örmesi, kendi geleceğini belirleme veya kaderini değiştirme çabasının sembolik bir ifadesi olarak karşımıza çıkar. Böylelikle Karoline, “çökmekte olan” bir atmosferde bile kendi içsel örüntüsünü aramayı sürdürür. Bu an, Karoline’nin anima[4] yönüyle de teması olarak görülebilir.
Anima, Jungcu anlamda dişil ruhsal özü temsil eder; koruyucu, besleyici ve yaratıcı bir güçtür. Karoline’nin kendi gölgeleriyle yüzleşirken, dişil yaratıcı gücüyle kendini onarma sürecine adım attığı en önemli anlardan biri olabilir. Karanlık, rutubetli ve tavanı akan bir odada örgüye devam etmesi, bu gücüyle bütünleşmesini simgeler. Filmin en umutlu sahnelerinden biri belki de burasıdır.
Gölgeyi Dönüştürme Süreci ya da Gölge İçin Yol Ayrımı
Filmin önemli sahnelerinden biri, Dagmar’ın bebek cinayetleriyle yüzleştiğimiz anlarda gerçekleşir. Mahkeme sahnesinde Dagmar, “Ben sadece gerekeni yaptım; anneleri ve çocukları acıdan kurtardım” derken, kendini karanlık bir kurtarıcı ilan eder. Jung’a göre, gölgenin en tehlikeli tarafı, kendisini “haklı” ve “vicdanlı” gösterebilme yeteneğidir. Dagmar’ın bu savunması, doğrudan gölgenin rasyonelleştirilmesi olarak da okunabilir.
Karoline ise bu noktada kendi vicdanının sesini daha gür duyar. Bu, gölgenin sağlıklı biçimde dönüştürülmesine dair bir işarettir.
Jung, bireyleşme sürecinde kişinin gölgesini bütünüyle ortadan kaldıramayacağını, ancak onunla uzlaşma ve entegrasyon sürecine girebileceğini söyler. Karoline de Dagmar’ın “tam karanlık” yaklaşımını kabullenmez; bebeğini doğurduktan sonra anneliğine karşı tam bir duyarsızlık gösteremediği gibi, Dagmar’ın nihai “yok edici” çözümlerini de içselleştiremez.
Öyle ki Karoline “gölge yanı” ile yüzleştiğinde hastalanır, yataklara düşer ve günlerce yemek bile yiyemeyecek duruma gelir. Jung’a göre gölgeyle yüzleşmek kaçınılmazdır; ancak bu süreç, birey için çoğu zaman travmatik, sancılı ve beden üzerinde doğrudan etkileri olan bir deneyim hâline gelebilir. Karoline’nin hastalanması ve fiziksel olarak çökmeye başlaması, onun gölgesiyle yüzleşmesi ve bu yüzleşmenin bedensel tezahürü olarak okunabilir.
Pencereden Atlayış: Yeniden Doğuşa Geçiş
Dagmar’ın polislerce kıstırıldığı final sahnesinde, Karoline’nin pencereden atlayarak kaçışı, Jungcu sembol dilinde “yeniden doğuş” ya da “ruhsal sıçrama” olarak yorumlanabilir. Pencere hem dışarıya açılan bir sınır hem de bilinç ile bilinçdışı arasında bir geçit gibidir. Karoline’nin bu cesur atlayışı, onun eski kimliğini, korkularını ve çaresizliklerini geride bırakma arzusunu sembolize eder.
Jung’a göre, gölgeyle yüzleşme ve ondan kopma aynı aşamada gerçekleşmez; gölge kabul edilip dönüştürülür. Karoline’nin atlayışı, Dagmar’ın tamamen gölgesi içinde kaybolmayı reddetmesi anlamına gelir. Bu eylem, Karoline için dışsal olarak tehlikeli görünse de ruhsal açıdan özgürleşme ve yeniden doğma umudunu temsil eder. Artık Karoline, kendi gölgesiyle hesaplaşmaya ve onu dönüştürmeye başlamıştır.
Film, Karoline’nin yoksulluğuyla veya dönemin çürümüşlüğüyle sınırlı bir hikâye gibi görülse de daha derinden bakıldığında insan ruhsallığının boyutlarını yansıtır. Karoline, film boyunca kendi mağdur kimliğiyle, gölgede kalan duygularıyla (çaresizlik, öfke, korku), dış dünyada tezahür eden karanlık anneyle (Dagmar), yaralı ve yanıltıcı animusla ve nihayetinde kendi kararlarıyla yüzleşir.
Jung’un “self” kavramı, bireyin hem gölge hem persona hem animus/anima yönlerini entegre ederek bütünlüğe ulaşmasıyla ilgilidir.
Karoline’nin hikâyesi, tam da bu entegrasyon sürecinin acılı ama kaçınılmaz aşamalarını gösterir. İyileştirebilme, iğneyi yeniden inşa ve onarım aracı olarak kullanabilme potansiyeli, bu süreçte belki de en önemli simgesel ayrıntıdır.
Bu bağlamda, The Girl with the Needle (Şişli Kadın), insanın kendi gölgesiyle olan yüzleşmesini anlatan evrensel bir masala dönüşür. Ve tıpkı her masalda olduğu gibi, yolun sonunda asıl olan, karanlıkla yüzleşebilecek cesareti bulmak ve belki de yaraları saran kendilik iğnesini doğru kullanabilmeyi öğrenmektir.
Kaynakça
Campbell, Joseph. The Hero with a Thousand Faces (The Collected Works of Joseph Campbell). Third edition. San Francisco, CA: New World Library, 2008.
Jung, C. G. (1959). Aion: Researches into the phenomenology of the self (R. F. C. Hull, Trans.). Princeton University Press. ISBN 978-0415045292. (Original work published 1951)
Jung, C.G. (1968). Archetypes and the Collective Unconscious. Princeton University Press. https://www.jungiananalysts.org.uk/wp-content/uploads/2018/07/C.-G.-Jung-Collected-Works-Volume-9i_-The-Archetypes-of-the-Collective-Unconscious.pdf
Jung, C.G. (1964). Man and His Symbols. Doubleday. https://antilogicalism.com/wp-content/uploads/2017/07/man-and-his-symbols.pdf
von Horn, Magnus, dir. The Girl with the Needle. Denmark, Poland: Nordisk Film, 2024. Accessed on MUBI.
[1] Bireyleşme (Individuation), bireyin kendi içsel potansiyelini keşfetmesi, kişisel bütünlüğüne ulaşması ve kendine özgü bir kimlik geliştirmesi sürecidir. Terim, Jung’un analitik psikoloji kuramında önemli bir yer tutar.
[2] Jung, C. G. (1959). Aion: Researches into the phenomenology of the self (R. F. C. Hull, Trans.). Princeton University Press. ISBN 978-0415045292. (Original work published 1951)
[3] Jung, C.G. (1968). Archetypes and the Collective Unconscious. Princeton University Press. https://www.jungiananalysts.org.uk/wp-content/uploads/2018/07/C.-G.-Jung-Collected-Works-Volume-9i_-The-Archetypes-of-the-Collective-Unconscious.pdf
[4] Anima, Carl Jung’un analitik psikolojisinde eril olanın bilinçdışındaki dişil yönünü temsil eden bir arketiptir. Jung’a göre her bireyin ruhunda hem eril hem de dişil unsurlar bulunur. Bunlar, bireyin cinsiyetinden ziyade, bireyin duygusal, sezgisel, yaratıcı ve mantıksal, analitik, dışa dönük yönlerini temsil eder. Bu anlamda anima sadece erkeklere, animus sadece kadınlara özgü değildir. Jung, bireyleşme sürecinde kişinin bilinçdışındaki anima veya animus ile sağlıklı bir ilişki kurmasının ruhsal bütünlüğe ulaşmada kritik bir adım olduğunu söyler.